AKIN - Beşinci Bölüm
AKIN - Beşinci Bölüm

SERAP PALA
-Enver mutfak kapısına yaslanmış İdil’i seyrediyordu. İdil “ben hazırlarım” demiş onu
mutfağa sokmamıştı. Her şeyi kendi eviymiş gibi de buluyordu. Kızıyordu Enver. İçinden “onu
buraya peşlerinde sürüklememeliydiler” diyordu. Gerçi İdil pek de söz dinleyecek bir kıza
benzemiyordu ya. “Başına bir şey gelmeden evine bir dönseydi” diye söylenerek içeriye geçti.
-Hocam, bugün nasılsınız?
-İyiyim. Çok daha iyiyim. Yahu ölücem sandım dün. Sungur yardım etseydi İdil’e.
-Beni sokmadı mutfağa hocam.
-Sungur, git yardım et şuna evlâdım. Hocam kızıyor de.
-Hemen hocam.
İdil hem sofrayı kuruyor hem Sungur’a emir yağdırıyordu. Ian Enver’in göz ucuyla İdil’i
takip ettiğini fark etti. Kızıyor gibi görünse de İdil Enver’de yer yapmaya başlamıştı. Ian hayatı
boyunca ciddi bir birliktelik yaşamamıştı. Onların mesleğinde bu akıllıca bir şey değildi çünkü.
Her an gidebilir, her an ölebilirlerdi. Ordudan ayrıldığında ise yalnızlığa alışmış olduğunu fark
etmişti. Enver’in de öyle düşündüğünden emindi. Şimdi hissettikleri acaba onu korkutuyor
muydu? “Belki de bana öyle geldi” diye düşündü.
Kahvaltıdan sonra yola çıktıklarında öğle olmak üzereydi. Profesörün aklına Enver'in
akşamki sözleri geldi. Evine girdim demişti. Dinleyiciler, gizli kameralar bulmuştu.
-Enver, e şimdi anlat bakalım.
-Neyi?
-Evime neden girdin? Beni nereden tanıyorsun? Yani... anlat işte evlâdım.
-İstvan sizden bahsetti. Macaristan'a gitmek üzere hazırlık yapıyormuşsunuz. Onların
sizden haberleri olduğunu söyledi. Ama bunu sizinle yüzyüze konuşuncaya kadar nasıl haber
vereceğini bilemiyordu.
-Beni nasıl bulmuşlar, söyledi mi?
-Siz internette bir arama yapmışsınız. FBI'ın Tamam Shud diye bir açık dosyası varmış,
hala sırrı çözülememiş bir ölüm olayı. FBI için ne kadar bu kadar önemli bilmiyorum ama siz bu
aramayı yaptıktan sonra sizi takibe başladıklarına göre...
-Demek ki yanılmamışım...
-Ne konuda?
-Hiç... Boşver. Anlat sen.
-Merak ettim. Adresinizi buldum. Bir süre sizi takip ettim. Sonra takip edildiğinizi fark
ettim. Sadece sizi değil İdil'i de takip ediyorlardı. Evinize girdiklerini gördüm. İdil'in evine de
girdiler. Ben de bir gün evinize girip kontrol ettim. İşte ne varsa söktüm o gün. İdil'in evine
girdim, oradaki dinleyicileri de söktüm. Sizin evinize kameralar da koymuşlardı ama İdil'in
evinde sadece dinleyiciler vardı.
-Sen benim evime de mi girdin?!
-Mecburen.
-Ya ne mecburen! Utanmadın mı bunun yaparken?!
-İdil, senin iyiliğin içindi bu.
-Sus! İyiliğim içinmiş! İyi ki rastlaşmadık. Öldürürdüm seni!
Enver susmasının daha doğru olacağını düşündü. İdil kızmakta haklıydı. Ama profesörle
araştırma konusunda telefonla konuştuklarını biliyordu. Dinlendiğini biliyordu. İdil tehlikenin
farkında değildi.
-Hocam, işte ondan sonra ara ara İstanbul'a gelip evlerinizi kontrol ediyordum. Bir süre
sonra vaz geçtiler. Sanırım sizin harekete geçmemeniz onların kontrolü gevşetmesini sağladı.
Tabii bundan sonra yine takibe devam edeceklerdir. Çok dikkatli olmalısınız.
***********************************
Yaklaşık altı saat sonra Silifke’ye vardıklarında Profesör İdil’e evlerini tarif etmesini
söyledi.
-Ah hah haa hocam, ne evi?
-İdil, yoruldum zaten bak evinizi tarif et diyorum.
-Ohooo ben yörüğüm diyorum hocam ev diyor.
-Ne demek şimdi o?
-Şimdi görürsünüz hocam. Sungur, sen devam et böyle, ben söyliycem nerden
döneceğini.
Ormanlık bir alana geldiklerinde etrafta siyah çadırlar görünmeye başladı. Hepsi hayretle
ve merakla nerede duracaklarını bekliyorlardı. İdil “dur Sungur” dediğinde birbirlerine baktılar.
İdil araçtan fırlayıp bir kız çocuğuna doğru koşmaya başladı.
-Nil! Ablasının gülü!
-Abaaammm!
-Offf çok özlemişim yaa.
-Ben de seni çok özledim aba. Anam da öyle sizi bekliyo.
-Ahhh kurban olurum ona ben. Dur misafirlerimizi alıp geleyim. Koş sen geldiğimizi
haber ver.
Diğerleri araçtan çıkmış şaşkın şaşkın etrafa bakıyorlardı. Anlaşılan İdil biz yörüğüz
derken hâlâ konar-göçer yaşayan yörüklerden olduğunu söylemeyi unutmuştu.
-Hocam! Gelin hadi!
-Eh be kızım. Bu kadar insanı nasıl ağırlayacak onlar. Zaten çadırda yaşıyorlar.
-Hocam valla güceniyorum. O ne öyle bizi beğenmez gibi.
-Yahu evlâdım olur mu öyle şey, ne demek beğenmemek. Rahatsız olacaklar diyorum.
İdil’in cevap vermesine kalmadan bir çok insanın onlara doğru geldiğini gördüler.
Akşamın karanlığında yüzleri zor seçiliyordu. Gelen adamlardan biri kendini tanıttı.
-Hoş geldiniz, hoş geldiniz. Ben Ali. İdil’in babasıyım. Siz İdil’in hocasısınız dee mi?
-Evet. Ali Bey rahatsızlık verdik…
-Yav olur mu öyle şey, ne rahatsızlığı. Misafirin her vakit başımızın üstünde yeri var.
Buyrun buyrun, soğukta lafa tuttuk sizi de.
Siyah branda çadırın içine girdiklerinde gördüklerine çok şaşırdılar. Dışarıdan
göründüğünden daha büyüktü. Tahta sopalarla desteklenmiş naylonların üstüne çekilmişti
branda. Ortada bir soba, karşı duvara yaslanmış masa üzerinde kap kaçak, masanın altında
tenceler, bidonlar, kovalar, kenarlarda minderler, hatta çekyatlar vardı. Bir köşeye de çokça
yatak yorgan yığılmıştı. İdil’in babası evin içindekileri tanıttı.
-Bu İdil’in anası Güssüm, bu agası Meriç, bu da güççük bacısı Nil. Şoorada oturan da
benim bobam.
-Çok memnun olduk Ali Bey…
-Yav hocam ne beyi, sen Ali deyiver hele bi.
-Ali kardeşim, ben İdil’in hocasıyım evet, bu Sungur, bu Enver, bu arkadaş da İrlandalı,
adı Ian.
-Ooo turist de mi getirdiniz?
-Yok turist değil de… Uzun hikaye…
-Yav lafa tuttum sizi. Dur hele anlatırsın. Bi garnınızı doyurun.
-Biz yolda…
-He, İdil aradı yoldan, biz yemeğe saptık, bi şey yapman diyo. Yav öyle şey mi olur
dedim. Oturun hele oturun.
Ortaya kocaman bir tepsi geldi. Tepsinin kenarlarında baklava dilimi kesilmiş hamur
parçaları vardı. Herkesin önüne birer kâse çorba geldi. Anlattıklarına göre bu ‘arabaşı’ denen
yemek, pişmiş hamurdan bir parça alıp, o çorba sandıkları suya atılıp yeniliyordu. İdil’in babası
“hemi acıdır, hemi sıcaktır, dikkat edin” diye uyardıysa da Ian ilk kaşıkta öksürmeye başladı.
Enver gülmemek için kendini zor tutuyordu. İdil kıtlıktan çıkmışçasına yerken hem de herkese
laf yetiştiriyordu.
-Lezzetliymiş. Nil, kuşu kim avladı?
-Ben aba.
-Hadi be.
-Valla diyom bak.
-Anne, o mu avladı?
-He, niye inanmıyon ki? Pabucun dama atıldı gızım. Sapannan da deel, sekiden gayayı
alıyo, bi seğerttiriyo, guş anında mevta.
-Hadi be. Çete bu ya çete. Yarın görürüz ne kadar nişancıymışsın Nil Hanım.
-Görek bakak.
Yemekten sonra çaylar hazırlanırken Ian ve Enver sigara içmek için dışarıya çıktıklarında
Meriç de yanlarına geldi. Enver bir sigara da ona uzattı.
-Babam görmeden içiyim bi dene.
-Bilmiyor mu?
-Bilir de işte saygıdan bizimkisi.
-Haklısın. Meriç, hep burada mı yaşıyorsunuz?
-Kışlağımız burası. Buralıyız. Yazın da Konya’ya gideriz. Orda yaylıyoz. Nisan gibi
çıkarız, Haziran’da ordayız.
-Hayvanlarınız için mi?
-He. Geçilerimiz var.
-Babana yardım ediyosun.
-He. Okumadım ben. Gızlar okuyo bakalım. İnşallah eyi yerlere gelirler.
-Evlenmedin mi?
-Evlendim. Bi havas ettiğim kız varıdı bizim obadan. Yaylağa giderken hastalandı,
varıncı vefat etti. Mecbur ordaki köylerden birine gömdük. Senede iki kez ziyaret edebiliyom. Bi
giderken, bi gelirken.
-Başın sağ olsun.
-Siz sağ olun.
Enver daha başka ne diyeceğini bilemedi. Sevdiği kızı kavuşur kavuşmaz toprağa veren
bir adama ne denilebilirdi ki?
-İdil yanımızda güvende. Bilmeni isterim.
-İdil erkek gibidir. Bi şeycik olmaz ona. Sağ olun yine de. Siz nasıl tanışık oldunuz? Niye
berabersiniz?
-İdil Tuğrul Hocaya asistanlık yapıyor. Hoca bir araştırma için yanıma gelmiş. Bu Ian. O
da hocayı ziyarete gelince… İşte hep beraber gelmişler.
-Öbür arkadaş? Adı ne idi…
-Sungur. O da hocaya yardım ediyor araştırmada.
-He tamam o zaman.
-İdil de hocaya madem Isparta’ya kadar geldik, size ailemle tanıştırayım diye tutturdu.
-Eyi yapmış. Hoş geldiniz sefa getirdiniz.
-Sağ olasın Meriç.
-Bacımın burnu kanarsa sizi öldürmeden ölmem. Hadi ben içeriye gidiyom.
Enver ve Ian birbirlerine bakakaldılar.
Gecenin ilerleyen saatlerinde erkeklerin yatacağı yerler hazırlandı. Kadınlar İdil’in
amcasının çadırına gittiler. Yün kokusunu içlerine çekerek gözlerini kapadıklarında uzaklardan
baykuş sesleri geliyordu.
*****************************
Günün ilk ışıklarında uyanmalarına rağmen kendilerini dinlenmiş hissediyorlardı.
Çadırdan dışarı çıktıklarında Sungur “yayla havası işte” diyor, Enver burasının yayla değil
onların kışlakları olduğunu söylüyor, Profesör evine, gençlerin didişmesinin olmadığı sessiz
evceğizine gideceği anın hayalini kuruyordu. İdil elinde bir güğümle gülerek yanlarına geldi.
-Hadi bakalım, el-yüz yıkama vakti.
-Ver kızım, biz hâllederiz.
-Sonra amcamların çadıra gelin. Bakın hocam, şu çadır onların.
-Hah, bir de onları rahatsız edelim.
-Çomaçın kokusu gelmedi tabi daha.
-Neyin?
-Çomaç çomaç. Oh mis. Kahvaltı diyorum hocam. E hadi ama.
Çadırın önünde ateş yakılmış, etrafı mis gibi yufka ve tereyağı kokusu sarmıştı. Keçi
peyniri, bal, tereyağı derken hem utanıyor, hem yedikçe yemek istiyorlardı. Ian Enver’e
hayatında bu kadar lezzetli bir kahvaltı yapmadığını söyledi. İdil “Ian, yolun buralara düşerse
burada da bir ailen var bak” dedi. Sonra Nil’in “ne dedin, aba ne dedin” diye sorup durmasıyla
söylediklerini Nil’e tercüme etti.
-Abi, silahın paslanmıştır senin bak.
-Yok gızım, ne paslanacak, aha bu rahat bırakıyo mu ki?
-Nil mi? Yok daha neler.
-He ya, takıp söküyo bile.
-Bak valla kıskanıyorum artık. Benim gerçekten pabucum dama atılmış.
-Yok yav, senin kadar hızlı değil daha.
-Bakıcaz.
Kahvaltıdan sonra Meriç kendi çadırlarına gidip elinde bir silahla döndü. İdil’in gözleri
parladı. “Şu bulaşıkları yıkayıp hemen geliyorum abi” dedi. Meriç yanında Nil’le dışarıya
çıktığında Enver merakla koştu peşinden. Tabii Ian ve Sungur da onun peşinden.
-Meriç! Ne yapacaksınız?
-İşte İdil’le Nil silah atmak istiyolar. Atsın gızlar, havaslıklarını alsınlar.
-Biliyorlar mı ki?
-Biliyolar tabi ne sandındı? Silahı söker takarlar, temizliğini yaparlar, silah atarlar, ata
binerler. Ohooo… Dur bakıyım bi. Siz de biliyonuz mu silah kullanmayı?
Enver’le Ian birbirlerine baktılar. Sungur durumu kurtarmak adına “ben askerde
kullandım” dedi. Meriç gülerek “gel bakalım, bizim gızlar senin gibi mi kullanıyo bi bak hele,
teheeeyyy” dedi. Epeyi yürüyüp bir tepenin üzerine çıktıklarında Meriç “eyyyy” diye bağırdı.
Sonra yanındakilere dönüp “ses gelirse civarda insan var biliyon mu, silah atılmaz” dedi. Onlar
konuşurken İdil yetişmişti bile.
-Gız nefes nefese galmışsın. Ne goştunudu, gaçıyo muydu silah?
-Ay… dur abi ya… off çok koştum… dur bi nefes alayım…
-Nil, gel gızım.
İdil kendini toparladığında Meriç yere oturup mendilini açtı. Browning ondörtlüyü
üzerine koydu. İdil gülerek cep telefonunu çıkardı. Diğerleri şaşkınlıkla izliyordu. Meriç
“bakalım unuttun mu babam kızı” dedi. İdil yere çöküp abisinin verdiği silahı aldı. Nil’e
telefonda nereye basacağını gösterdi. Nil “başla” deyip süreölçere bastığında İdil silahı sökmeye
başladı. Söküp yeniden taktığında Nil süreölçeri durdurdu. İdil sonuçtan memnun kalmamış
gibiydi. “Hadi bakalım” diyerek silahı Nil’e verip telefonu aldı. “Başla” dediğinde hepsi Nil’in
elinin çabukluğuna hayretler içinde bakıyorlardı. Nil çok hızlı söktüğü silahı toparlarken yayı
ters taktığını fark etti. Çıkarıp yeniden taktığında ise yerine tam oturtamadı. İdil kazanmıştı.
“Abam çok hızlı yaa” diyen kardeşini kucakladı. “Güzel Nil’im, sen benim yaşıma geldiğine
beni geçersin bile.”
Uzaktaki kurumuş ağaçlardan birine takılmış tahta bir plakaya biraz atış yaptıktan sonra
geri döndüler.
******************************
Eve dönme vakti gelmişti. İdil’in annesi sadece yolluk hazırlamakla kalmamış, peynir,
tereyağı, tarhana, ne bulduysa bir çantaya doldurmuştu. İdil “anacığım götürdüklerin bitmedi
daha” dediyse de kadıncağızı kıramayıp aldı.
Yola girdiklerinde cebinden bir ayva çıkardı. Botunun içinden bir çakı çıkardı. Ayvayı
kesip herkese dağıttı. Enver çakının güzelliğine hayran kaldı.
-İdil, ne güzelmiş çakın.
-Serik bıçağı.
-Adı Serik bıçağı mı?
-Evet. El yapımı. Ustalar yapıyor. Demiri bile keser.
-Hep taşır mısın üstünde?
-Çocukluğumdan beri. Abimin hediyesi.
-Belki Meriç birgün bana da bir Serik bıçağı hediye eder.
-Hiç sanmam. Seni pek gözü tutmadı bence.
-O niye?!
-Bilmem. Hadi İrlandalı dilimizi bilmiyo, o sarı niye hiç konuşmuyo dedi. Suskun adam
iyi değildir diyo.
-Sarı?
-Hmm, sarı.
-Ne yapsaydım, büyükler dururken her söze ben mi atlasaydım?
-Ne bileyim. Ben abimin dediğini söylüyorum.
-Oysa benim ona kanım ısındı.
-Niye ki?
-Senin burnun kanarsa beni öldürecekmiş.
-Bunun için mi kanın ısındı?
Enver kendine sayıp sövüyordu. Boş bulunmuştu. Ne diyecekti şimdi? Nasıl
toparlayacaktı durumu?
-İyi adam demek ki diyorum. Kardeşlerine sahip çıkıyor. O anlamda yani. Anladın mı?
-Öyledir abim. Bence bütün abiler öyle.
-Yoo… hepsi öyle değil. Kardeşlerini koruyamayan ne beceriksizler var dünyada.
Enver bunu söyleyip başını camdan tarafa çevirdi. Abiler kardeşlerini korurdu, evet. O
koruyamamıştı işte. İçinden “sanki sana kalmıştı vatanı kurtarmak” dedi. Onun bu hali İdil’i çok
öfkelendirdi.
-Sungur, durdur arabayı. Dur diyorum Sungur!
-İdil…
-Dur diyorum!
Sungur yolun kenarına çektiğinde herkesin şaşkın bakışları arasında İdil araçtan inip arka
kapıyı açtı. Enver’e öldürecek gibi bakıyordu.
-Çık.
-N’oluyo…
-Çık diyorum! Hah. Dinle şimdi beni. Bize Sarıkeçili derler ama senin kadar inatçı, senin
kadar aksi, senin kadar sinir bozucu bir sarı keçi görmedim ben! Hayatta sevdikleri ölen bir sen
misin? Suçluluk duygusu mu diyorsun? O abim var ya, sevdiği kız hastaydı onun. Kız yalvardı,
istemeye gelmezsen kaçarım sana dedi. Hastaneye yatıp tedavi olması gerekiyordu. Ailesi ne
diller döktü. Tedavisini olsun, ondan sonra evlenin dediler. Abim kızın yalvarmalarına
dayanamadı, istedi, evlendiler. Tam yaylaya gidecekler, babam siz kalın dedi, gelini hastaneye
götür, tedavisini yaptır dedi. Kız ağladı, yalvardı yine, gitmiycem hastaneye, biz de sizinle
yaylaya gelelim, bana oranın havası iyi geliyor dedi. Abim o ne dese onu yapıyordu zaten. Sandı
ki sevgi onu iyileştirir. Sandı ki onların sevgisi her hastalığı, hatta ölümü bile yener. Kolundan
tutup da zorla hastaneye götüremedi. Kız ağladıkça dayanamıyordu. O kızcağız yaylayı
göremeden öldü. Yaz sonunda geri döndüklerinde kızın anası yollarına çıkmış, “gelinlik
giydirmiyeydim ay oğlum, diyeydin ben garaböcüğüm, ben canavarım diye de kefenle gelin
edeydim kızımı” diye ağlamış. Kadın delirdi sonra. Kendini bir kayadan attı, paramparça oldu.
Bak abim hem sevdiğinden ebediyyen ayrılmanın acısını yaşıyor, hem o ölüme kendinin sebep
olduğunu düşünüp suçluluk duyuyor, hem o kızın annesinin ölümünün suçluğunu taşıyor
boynunda. Buna rağmen her gün kalkıp anneme babama yardım ediyor, ta İstanbul’a gelip beni
yokluyor, Nil’i her gün okula götürüp getiriyor. Sen? Bak şu hâline! Beceriksizmiş de, kardeşine
sahip çıkamamış da. Sevdalar bazen kurban alır Enver Bey! Kiminin sevdiği kızı alır, kiminin
kardeşini. Sen ülkeni seversin, biri tüm insanlık için uğraşır, biri bir kızı sever. Hiç kimseyi, hiç
bir şeyi sevmesen bedel ödemezsin. Ya da az sevsen mesela. Çok sevmenin bedeli oluyor işte.
Ne yapalım? Öyle diye sevmeyelim mi? Ha söyle, sevmeyelim mi?!
İdil’in gözlerinde yaşlar titriyordu. Ağlamamak için kendini zorluyordu. Öfkeyle
yürüyüp arabaya girdi. Enver kalakalmıştı. Bu neydi şimdi?
Profesör başını önüne eğmiş düşünüyordu. Belki de iyi etmemişti İdil’i buralara
sürüklemekle. Ian arabadan çıktı. Enver’in omzuna elini koydu.
-Gel, gidelim hadi.
-…
-Hadi Enver. Bu işler ülke savunmaya, binlerce askere karşı savaşmaya benzemiyor
dostum. Hele düşünmeyle bilinmez kalbin işleri. Gel hadi…
Gece yarısı Yeşilköy’e geldiklerinde Enver kalmalarını istediyse de Profesör gitmeleri
gerektiğini, ertesi gün dersi olduğunu söyledi. Sabaha karşı İstanbul’daydılar.
*************************************
İdil suçluluk duyuyordu. Isparta’ya Enver’le konuşmak için gitmelerine rağmen yolda
yaşadıkları tatsızlıktan sonra bir plan yapmadan, ne yapacaklarını konuşmadan İstanbul’a
dönmüşlerdi. Neden o kadar kızdığına kendisi de bir anlam veremiyordu. Neden saçmalamıştı,
Enver’i üzgün görmek neden onu o kadar kızdırmıştı, anlamıyordu. “Yol yorgunluğu herhâlde”
diye düşündü. “Hocamın yüzüne nasıl bakacağım” diye üzülüyordu. Okula geldiğinde bütün
cesaretini toplayıp Profesörün odasına gitti.
-Günaydın hocam.
-Günaydın kızım. Nasılsın bakayım?
-İyiyim. Hocam… özür dilerim. Yani…
-Tamam evlâdım, hiç gereği yok. Bir kaza geçirdik, akıllara durgunluk verecek şeyler
duyduk, abini gördün, hâliyle eski acılar yenilendi, ailenden ayrıldın, yol yorgunluğu derken işte
hepimizin sinirleri bozuldu. Dinlenemeden de işbaşı yaptık. Bu akşam güzelce dinlen, iyi bir
uyku çek, bir şeyciğin kalmaz.
-Size karşı çok mahcubum.
-Yahu tamam.
-Ama hocam, konuşamadık da. Yani…
-E tanıştık işte. Zaten Enver’i bulmaya gitmedik mi? Gördük, tanıştık, konuştuk. Tamam
bakalım bundan sonra ne yapacağımıza bir karar verelim hele. Şuraya öğrencilerin araştırma
dosyalarını koydum, hadi bakayım, sen bir bak onlara. Sonra konuşuruz, derse gidiyorum.
-Tamam hocam.
***********************************
Sungur ertesi akşam eve yaklaştığında yine takip edildiğini fark etti. Döndüğünü anlamış
olmalıydılar. “Keşke Tuğrul Hocaya bunlara ne diyeceğimi sorsaydım” diye düşündü. Araç
yanında durduğunda Chris camı açıp “gel Sungur” dedi. Çabucak bir şeyler düşünmeliydi.
-Yolculuğun nasıl geçti Sungur?
-Bunun çok da umrunda olduğunu sanmıyorum.
-Bak bunda haklısın. Sadece nezâketten sordum.
-Ne kadar naziksin. Keşke suratımı yamulturken de bu kadar nazik olabilseydin.
-Öyleydim zaten. İnan bana, kaba davranmamın nasıl olduğunu bilmek istemezsin.
Şimdi, anlat bakalım, Profesör neden gitti Enver’e.
-Bana ihtiyacınız yok ki. Bakın, Enver’e gittiğini biliyorsunuz.
-Evet ama, Enver her defasında bir yol bulup haber almamızı engelliyor. Bildiklerini
öğrenmeden de ortadan kaldırmak istemiyoruz.
-Pek de bir şey bildiği söylenemez.
-Hadi Sungur, yalan konuşmayı bırak.
-Yalan konuşmuyorum. Adam öyle bir korkmuş ki tamamen paranoyak olmuş.
-Nasıl yani?
-Hep dinlenildiğini düşünüyor. Kardeşinin ölümü neyse de, babasını felç geçirmesi,
annesininin hastalığı, hepsini birilerinin yaptığını düşünüyor. Profesör bana pek güvenmedi
sanıyorum, fazla açıklama yapmadı, ama Enver’i bir şey için ikna etmeye çalıştığı belliydi. Ama
Enver uçmuş tamamen. “Bilmiyorsunuz, onlar çok güçlü, beni rahat bırakın” deyip duruyor.
-Profesör sana güvenmedi de nasıl onlarla yolculuk yaptın?
-Beni onlar görevlendirdi dedim. Takip et, yanlarında ol, yoksa aileni öldürürüz dediler
dedim. Acıdı, iyi tamam gel dedi. Ama tabii güvenemedi de.
-Yani bir plan yapmadılar mı?
-Hayır. Mersin’den gelirken bir tatsızlık yaşandı ve…
-Nasıl bir şey?
-İdil ve Enver kavga ettiler.
-Neden?
-İşte bu Enver’in paranoyası yüzünden. Takip ediliyoruz deyip duruyor. Etrafa bakıyor,
konuşmayın duyuyorlar diyor. Yemiş kafayı. Kız da sinirlendi. Arabayı durdurdu, çekti bunu
dışarıya, bağırdı çağırdı. O yüzden hepimiz tatsızdık. Enver’i bırakıp İstanbul’a döndük.
-Güzel. Sen yine de bağlantıyı kesmeyeceksin. Profesörü arada ziyaret edeceksin. Yoksa
başına neler geleceğini biliyorsun sanırım.
-Biliyorum.
-Peki o İrlandalının ne işi varmış burada?
-Enver’le Kıbrıs’ta görevde tanışmışlar. Profesörün İngiliz bir arkadaşı varmış, tarihçi.
Onun kızkardeşinin abisiymiş bu.
-Hepsi bu mu?
-Bilmiyorum, bana böyle söylediler. Hatta oraya vardığımızda Enver “sen ne arıyorsun
burada” dedi, şaşırdı.
-Bak Sungur, bu kadar tesadüf olmaz. Ne yapıp edip bu işin aslını öğreneceksin. Sana
güvenmelerinni sağlayacaksın.
-Madem çok güçlüsünüz, neden kendiniz öğrenmiyorsunuz bunları?
-Çok konuşma. O Enver tilkisi hep bir yolunu bulup dinlememize engel oluyor.
-Diyorum işte, paranoyak olmuş adam, kafayı yemiş, evde dinleyici arayıp duruyor.
-Dinleyicimiz sen olacaksın. Anlaşıldı mı?
-Evet. Elimden geldiğince.
-Elinden daha iyisi gelsin dostum, yoksa aileni sevmiyor musun?
-Ailemi karıştırmayın!
-Hah hah haaa. Tamam, şimdi gidebilirsin. Yine görüşeceğiz.
Sungur araçtan çıktığında “ucuz atlattım” diye düşündü.
******************************
Profesör eve geçerken bir restoranta uğrayıp akşam yemeği aldı. Eve geldiğinde Ian onun
çalışma odasındaydı. Haritanın önünde durmuş Profesörün notlarını inceliyordu.
-Ian, yemek aldım, gel hadi.
-Kokusu buraya geldi. Harika olduğundan eminim.
Yemeğe oturduklarında ikisinin de kafasının içinde bin türlü düşünce vardı. Ian’ı en çok
düşündüren evde dinleyici olup olmadığıydı. Konuşmak istediği çok şey vardı ama güvendeler
miydi, işte onu bilemiyordu.
-Tuğrul, dostum ben sabah dönüyorum İrlanda’ya.
-Acelen ne? Gelmişken kal biraz.
-Arkadaşımı gördüm, seni gördüm, harika yemeklerinizden yedim, bu kadar tatil yeter,
artık döneyim. Benim de dersler var. Yine gelirim.
Profesör önce Ian’ın böyle konuşmasına anlam veremedi. Sonra Enver’in sözleri geldi
aklına. Acaba evde hâlâ dinleyici var mıydı? Aniden ayağa kalktı. Aklına bir şey gelmişti. Hem
konuşuyor, hem bir kağıda bir şeyler yazıyordu.
-Anlıyorum Ian. İşimiz olmasa da hep gezsek değil mi? En kısa zamanda yine
bekliyorum ama. Arkadaşını da çağırırız, o da gelir Isparta’dan. Bu sefer Marmara turu ama bak.
Dondum Isparta’da yahu.
Bu arada kağıda yazdığını Ian’a gösterdi.
“Bizim haberleşmek için güvenli bir yol bulmamız gerekiyor”.
Ian birkaç saniye düşündükten sonra kalemi alıp yazmaya başladı. Bu arada konuşmaya
devam ediyordu.
-Haklısın dostum. Oralar çok soğuk. İstanbul da rüzgarlı. Ama Isparta kadar soğuk değil.
“Seni tekrar ziyarete geleceğim. O zamana kadar bir sözlük oluşturacağım.”
-Bir dahaki geldiğinde umarım hava iyi olur Ian. Sevgili dostum, seni çok güzel yerlere
götüreceğim.
Gecenin ilerleyen saatlerine kadar kafalarına takılan her soruyu birbirlerine yazıp hem de
aynı anda konuştuklarından Profesör yatağa gireceği zamanı iple çekiyordu. Adeta beyni
durmuştu. Yattığında ertesi gün dersinin olmadığı aklına geldi. “İdil cadısı rahatsız etmezse bir
güzel dinlenirim” diyerek uykuya daldı.
SERAP PALA