07 April 2023 - Friday

AKIN –Birinci Bölüm

AKIN –Birinci Bölüm

Yazar - SERAP PALA
Okuma Süresi: 13 dk.
196 okunma
SERAP PALA

SERAP PALA

-
Google News

Profesör bugün telaşlıydı. Fakültenin koridorlarında hızlı adımlarla ilerlerken kafasının
içinde düşünmemeye çalıştığı şeyler vardı. Derse girecekti, bu yüzden uzun zamandır üzerinde
çalıştığı projeyi aklından çıkarması gerekiyordu. Heyecana kapılıp bir açık vermekten
korkuyordu. Projeye ilk başladığında bunu bir hobi gibi görmüştü. Araştırma görevlisi öğrencisi
İdil dışında hiç kimsenin projeden haberi yoktu. Ama dün akşamki olaylar üzerine İdil’e ağzını
sıkı tutmasını, artık bu araştırmanın bir hobi projesi olmaktan çıktığını söylemişti. İdil’i bu
tehlikeli araştırmadan uzak tutmaya çalıştıysa da ona söz dinletmek mümkün olmamıştı.
“Hocam, beraber başladık, beraber bitireceğiz” diyordu.
Profesör Tuğrul Arpadlı İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Ana
Bilim Dalı başkanıydı. 50’li yaşlarda, zayıf, uzun boylu, hep bir yere yetişecekmiş gibi hızlı ve
telâşla yürüyen bir adamdı. Bir kez evlenmiş, eşiyle kısa bir süre sonra çocukları olmadan
ayrılmışlardı. Ömrünü Türk tarihine adamış idealist bir tarihçiydi.
İdil Orta Torosların Sarıkeçili yörüklerindendi. Kışları Mersin’de geçiren ailesi, yazları
Konya-Seydişehir yaylalarına göçüyorlardı. Hemen hemen 200 haneli son konar-göçer Sarıkeçili
yörüklerindendiler. İdil gibi bir kaç çocuk da obadan ayrılmış, okumak, modern hayatın
imkânlarından faydalanmak istemişlerdi. Lise bitinceye kadar Mersin’de, obasında yaşayan
İdil’e İstanbul ilk başta çok korkunç gelmişti. O süreçte Profesör ona çok yardımcı olmuştu. Hele
İdil’in kararlılığı ve azmiyle, kendini en güçlü komutanıyla savaş alanına gelmiş bir han gibi
hissediyordu. Bir çocuğu olmamıştı ama Tanrı’nın ona sahip olunabilecek en iyi evlâdı verdiğini
düşüyordu.

Dersleri bitip odasına geldiğinde kendini yorgun hissediyordu. Artık hiç bir şeye kendini
veremiyordu. Sürekli kafasının içinde çarpışan düşünceler ve korkunç bir heyecan vardı. Bunu
öğrencilerine ve derslerine yansıtmamaya çalışmak çok yorucu oluyordu. Sanki aynı anda bir kaç
kişi birden olması gerekiyordu. Fakülteden ayrılmak üzere koltuğundan kalktığında akşam olmak
üzeriydi. İdil dersten çıkmış olmalıydı. İdil’i aradı.
-İdil, çıktın mı dersten?
-Çıktım hocam. Siz neredesiniz?
-Fakültedeyim, çıkıyorum şimdi.
-Tamam hocam. Siz gidin, ben bir kütüphaneye uğrayıp gelirim.
-İdil, diyorum ki senin gelmene gerek yok aslında kızım…
-Hocam, bu konuyu konuştuk daha önce. Lütfen tekrar aynı şeyleri konuşmayalım. Siz
gidin, geliyorum ben.
Profesör çantasını alıp çıktı. İnce ince kar başlamıştı. Bir Kasım sonuydu. Şimdiye kadar
sonbahar yaz günlerini aratmayan güzellikte geçmişse de İstanbul bir kaç gündür ayaza teslim
olmuştu. Profesör kabanının yakasını kaldırıp otomobiline yaklaştığında birinin otomobiline
yaslanmış onu bekliyor olduğunu gördü. Bu rektör Muammer’den başkası değildi.
-Hocam, iyi akşamlar. Hayırdır?
-Tuğrul Hocam biraz konuşalım istedim.
-Beni neden çağırtmadınız? Gelirdim efendim.
-Telefonda ya da okulda konuşmak istemedim. Çok soğuk, girelim mi arabaya?

-Ah tabii! Düşünemedim af edersiniz. Buyrun.
Otomobile girdiklerinde rektörün yüzündeki huzursuz ifade fark ediliyordu. Tuğrul bir an
önce nedenini öğrenmek istiyorsa da duyacaklarından da korkuyordu.
-Hayırdır hocam? Benimle bu kadar gizlilikle konuşmak istediğiniz konu nedir?
-Tuğrul Hocam, nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum… Kulağıma bazı söylentiler geldi.
Yani… İdil ile sizin hakkınızda.
-Nasıl söylentiler?
-Hani, ikinizin arasında bir şeyler mi var gibisinden…
Tuğrul’un sırtından yük inmiş gibiydi. Böyle bir şeyi duyduğunda bu kadar sevineceğini
bilemezdi. Aptalcaydı belki ama rektörün projeden haberi olduğunu sanmış öyle korkmuştu ki,
bu konu onun yanında hiç kalıyordu.
-Hocam, sizin böyle bir şeye ihtimal vermediğinizi tahmin ediyorum.
-Elbette, elbette. Ama yine de bir konuşayım sizinle dedim.
-İyi yaptınız. Bundan sonra daha dikkatli olurum. İdil benim kızım hocam, nasıl
düşünebilirler böyle bir şeyi? İnsanların kalbi ne kadar çürük. Yazık.
-Sanırım evinize gelmiş bir kaç kez.
-Eee? Yardım ediyor bana. Hocam yetişemiyorum her şeye. Biliyorsunuz önümüzdeki ay
konferans var, ev sahipliği yapıyoruz. Avrupa’dan akademisyenler gelecek. Yani bu konferansı
tertip etmek o kadar kolay değil. Hele de bir başıma.
-Diğer arkadaşlardan yardım alsaydınız Tuğrul Hocam.

-Aldım efendim aldım. Ama yine de yeterli değil. Üniversitemizin itibarı söz konusu. Her
şey çok iyi olsun diyorum. Türk tarihini anlatacaksak, tezlerimizi konuşacaksak çok iyi
hazırlanmamız gerekir, öyle değil mi?
-Anlıyorum. Hocam siz yine de bu konuda daha hassas olun rica ediyorum.
-Siz hiç merak etmeyin. Bana gelip konuştuğunuz için de ayrıca teşekkür ederim. İnanın
güveninizi sarsacak, okulumuzun itibarını zedeleyecek hiç bir şey yapmıyorum. Ben öyle bir
adam mıyım?! İdil benim kızım! Öz evlâdım gibi!
-Sinirlenmeyin. Ben sadece uyarayım dedim. Tatsız olaylar yaşamayalım sonradan.
-Tamam hocam, içiniz rahat olsun.
-İyi akşamlar.
-Size de.
Projenin öğrenilmesindense insanların bundan rahatsız olması baştan bir rahatlama
vermişti ama şimdi çok öfkeliydi profesör. Bu konuyu acilen çözmeliydi. Yoksa İdil’i projeden
uzaklaştırması gerekecekti. İdil’e bunu açıklayabilmesi için de bugünkü konuşmayı anlatması
gerekecekti. Düşünmesi bile korkunçtu! Kızı gibi sevdiği çocuğa nasıl söyleyecekti bunları?
-Alo, İdil, ha kızım, bak ne diycem. Sen bu akşam bana gelirken bütün arkadaşlarını,
hatta ne kadar öğrenci getirebilirsen getir.
-…
-idil?
-Hocam? Siz iyi misiniz?

-Nasıl konuşuyorsun hocanla öyle?!
-Ama siz söylediğinizi duyuyor musunuz hocam?
-Sen dediğimi yap. Neden diye sorarlarsa konferans için yardıma ihtiyacı varmış dersin.
Akşam yemekleri de benden.
-Şimdi sorucam ama…
-Sorma kızım. Daha sonra konuşuruz.
-Peki hocam.

*********************************

Profesör Ayvansaray’da eski bir binayı restore edip ev hâline getirmişti. Duvarlarda tarihi
tablolar, tavana kadar yükselen kitaplıklarda yüzlerce kitap vardı.
Eve geldiğinde ortalık çoktan kararmıştı. Köşedeki pizzacıyı arayıp pizza, salata ve
içecek söyledi. Öğrenciler geldiğinde kurye ile aynı anda kapıdaydılar.
-Offf hocam nasıl kokuyor pizzalar.
-Geçin geçin. Alsanıza evlâdım pizzaları!
-Tamam hocam.
-Al oğlum sen de. Üstü senin.
-Geçin. Tezgâhın üstüne koyun pizzaları. Seda, kızım şu dolapta kağıt tabaklar var. Çıkar
onları. Bardak da çıkar. Önce bir karnımızı doyuralım.

Öğrenciler iştahla pizzaları yerken İdil olup biteni anlamaya çalışıyordu. Profesörün
yüzüne bakıyorsa da o hiç bir şey yokmuş gibi davranıyordu. Profesör yemekten sonra dizüstünü
televizyona bağlayıp konferans hakkında konuşmaya başladı.
-Arkadaşlar, sizi buraya çağırma sebebimi eminim merak ediyorsunuz. Biliyorsunuz, biz
epeydir İdil’le konferansa hazırlanıyoruz. Bana bu konuda çok yardımcı olduysa da, daha
yapılacak işimiz çok ve az bir zaman kaldı. Şimdi konu başlıklarını görüyorsunuz… Evet…
Konferansa dahil ettiğimiz konuları konuşacağız. Bize nasıl yardımcı olabilirsiniz bunları
konuşacağız. Anlaştık?
İdil’in konferans için yardım ettiği filan yoktu. Neler oluyordu? Birisi projeyi mi haber
almıştı?
Gecenin sonunda öğrenciler ayrılırken o biraz daha kalıp konuşmak istediyse de
sormasına fırsat kalmadan “hadi kızım, iyi geceler” demişti profesör. Anlaşılan yarına kadar bir
şey öğrenemeyecekti. Çünkü dün akşam konuştukları doğrultusunda artık bu konuyu telefonda
konuşmak yasaktı. İdil buna da bir anlam verememişti. Profesörün abarttığını düşünüyordu. Ama
proje onundu. O ne derse öyle olacaktı.

*************************

Profesör günün ilk ışıklarında uyanırdı hep. Kahvesini alıp gizli çalışmasını sakladığı alt
kattaki odaya indi. O odayı bir gören olsa onun aklını kaçırdığını düşünürdü. Duvarlarda
haritalar, renkli kalemlerle ok çıkararak birbirine ilintilenmiş belki yüzlerce minik notlar,
pinlerle harita üzerinde tespit edilmiş noktalar vardı. Odada üç masa ve duvardan duvara bir
kitaplık vardı. Masaların üstü, yerler hep işaretlenmiş kitaplarla, bilgisayardan çıkarılmış
yazılarla doluydu. Bir eli cebinde, bir elinde kahvesi, gelip büyük haritanın önünde durdu.

İrlanda’dan çıkıp Macaristan’a gelen çizginin üzerinde parmağıyla ilerledi. Sonra parmağını
Türkiye’ye koyup Afganistan’a giden çizginin üzerinde ilerledi. Haritanın üzerindeki notların
üçü diğerlerinden farklı renkteydi. Biri Ulan Bator’un kuzey kısmındaydı ve üzerinde Kherem
yazıyordu. İkincisi Macaristan üzerindeydi ve üzerinde Körös yazıyordu. Üçüncüsü ise
Rusya’daydı ve üzerinde Astrakhan/Volvograd yazıyordu. Kapının sesi ile irkildi. Hafta sonu, bu
saatte kimdi? Üst kata çıkıp kapıyı açtığında İdil karşısındaydı.
-Günaydın hocam.
-Günaydın İdil. Rüyanda mı gördün kızım?! Sabahın köründe!
-Sabah nasıl oldu diye sormuyorsunuz ama hocam. Gözüme uyku girmedi. Bana bir
şeyler anlatacağınızdan eminim.
-Ne anlatacakmışım. Bir şey yok. Siz gizli kapaklı ne işler çeviriyorsunuz İdil’le diyor
rektör. Ben de çocuklar da gelsin de üzerinde çalıştığımız şeyin konferans olduğunu sansınlar
diye çağırdım onları.
-Haa. Ben de şaşırdım, ne bileyim hocam.
-Kahve var mutfakta.
-Tamam. Hocam, İngiltere’den haber var mı?
-Evet.
-Ve? Ya hocam niye söylemediniz? Kaç gündür bu haberi bekliyoruz!
-Fırsat mı oldu? Hem henüz bir şey yok. Mister Johnson sizi arayacak dedi sekreteri.
-Vay, elin proflarına bak, sekreter filan.

-Sabah sabah yaa.
-Hocam şakanın sabahı akşamı mı var? Hem siz neden bu kadar gerginsiniz?
-Bilmiyorum... Gerginim değil mi? Ne bileyim, korkuyorum.
-Aaa. İlk defa duyuyorum bunu sizden hocam. Hiç bu zamana kadar böyle bir şey yoktu.
-İdil, sen bu işin içinde olmasan daha rahat olacağım kızım. Bilmiyoruz sonu nereye
varacak.
-Hocam, siz beni zorla uzaklaştırsanız ben yine gerekirse size takip edicem, ne yapıp
yapıp bu projenin içinde olucam.
Bu arada profesörün cep telefonu çaldı. Profesör Johnson arıyordu.
-Tuğrul, fazla konuşamayacağım dostum. Acelem var. Dinle, neden İngiltere’ye
gelmiyorsun? Bir kaç günlüğüne de olsa. Seni özledim eski dost.
-Tabii ki. Ne zaman?
-Ne zaman istersen. Seninle içmeyi özledim dostum. Bir bara gidip ölünceye kadar
içelim!
-E... evet… tamam… Bir kaç güne kadar geleceğim.
Telefonu kapattığında ikisi de şaşkındı. Johnson ile ilk defa konuşuyordu. Böyle “eski
dostum” demeler, seninle içmeyi özledim demeler de neydi? Neden telefonda konuşamıyordu?
Neden onu İngiltere’ye çağırıyordu?
-İdil, bu işte bir iş var.
-Evet…. Gitmeyecek misiniz?

-Bilmiyorum… Yani gidicem tabii ki. Gitmeliyim.
-Gelmemi ister misiniz?
-Hayır! Kesinlikle hayır! İdil, eğer dönmezsem….
-Hocam!
-Dur İdil. Eğer dönmezsem ne yapacağını biliyorsun.
İdil ne demesi gerektiğini bilemedi. Profesörün kendini tehlikeye attığını biliyordu. Ama
bu konunun onun için ne kadar önemli olduğunu da biliyordu. İdil’e bu konuda güvenebileceğini
bilmeliydi.
-Biliyorum hocam. Haberleşebilecek miyiz?
-Gitmeden sana bir kullan-at telefon alıcam. Aramak zorunda kalırsam o numaradan
ararım. Ayrıca bir kodlama yapalım seninle. Bazı kelimeleri kodlayalım. Gel.

****************************

İdil eve geldiğinde soğuk iliklerine işlemişti. Kaloriferi açıp çay suyu koymaya giderken
profesörün kahveye düşkünlüğü geldi aklına. Hiç çay içmezdi. Londra’ya ineli 6 saat olmuştu
ama hâlâ aramamıştı. İdil merak etse de onun aramasını beklemekten başka yapacak bir şey
yoktu.
İdil’in stüdyo dairesi bir yatak, bir kitaplık ve bir çalışma masasından ibaretti. Odanın her
yerine saçılmış bir yığın kitap vardı. Annesinin yazın verdiği tarhanadan bir gün önce yaptığı
çorbayı ısıtıp bilgisayarının karşına geçti. Google Chrome ile Asya haritasında geziyordu.

SERAP PALA 

#
Yorumlar (0)
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.