AKIN – Üçüncü Bölüm
AKIN – Üçüncü Bölüm

SERAP PALA
-Ders arasında profesörun odasına bir öğrenci gelerek misafirleri olduğunu söyledi.
Kimseyi beklemiyordu.
-Hocam merhaba.
-Merhaba gençler. Hoş geldiniz.
-Hoş bulduk hocam. Ben Sungur, bu Alp, bu Tanrıverdi, bu da Kürşad.
-Hmm. Geri kalanınız nerede?
-Nasıl hocam?
- Dördünüz burdaysa geri kalan 36’sı nerede?
Güldü Sungur. Profesör adlarını duyunca Kürşad’ın çerilerinde gönderme yapmıştı.
Sungur altında kalmadı.
-Siz de burada olduğunuza göre 35 kalır geriye hocam.
-Bak sen. Oturun oturun. Öğrenci misiniz siz?
-Hayır hocam. Biz hepimiz okulu bitirdik. Ben bir şirket kurdum, orada hepimiz
çalışıyoruz. Kendimizce bir de dergi çıkarıyoruz bu arada. Sizinle önemli bir konuda konuşmak
istedik.
-Neymiş o önemli bir konu?
-Hocam, biz Türkçü bir yapılanma içine girmek istiyoruz. İleride belki bu bir partiye
dönüşecek çünkü düşüncelerimize uygun bir parti yok. Türkçüleri gerektiği gibi temsil edecek
bir yapılanma yok. Biz bunu başlatmak istiyoruz.
-Evlâdım... Tehlikeli işlere kalkışmayın.
-Hayır hocam, düşündüğünüz gibi değil. Sadece bir araya gelelim, organize olalım
istiyoruz. Gençleri bilinçlendirelim, ulusal kimliğimize sahip çıkalım diyoruz.
-Bugünün Türkiyesinde bu çok zor.
-Yapmayın hocam, İttihat ve Terakkîyi Askerî Tıbbiyenin bahçesinde toplanan bir kaç
öğrenci kurmadı mı? O zamanın şartları daha mı iyiydi?
-Anlıyorum evlâdım da... Benden ne istiyorsunuz?
-Sizin Türk dünyası araştırmalarınızı biliyoruz. Bize yardımcı olmanızı istiyoruz.
Bizimle...
-Olmaz.
-Hocam, hemen olmaz demeyin...
-Olmaz evlâdım, işim başımdan aşkın. Konferans var hazırlandığım, dersler var.
Mümkün değil.
-Hocam...
-Olmaz dedim Sungur. Danışmak istediğiniz bir şey olursa zamanım elverdiği ölçüde
yardımcı olurum ama sizinle çalışamam.
-Peki hocam. Yine de bir düşünün siz. Zamanınızı aldık. Teşekkür ederiz bizimle
görüştüğünüz için.
Profesör yardımcı olamadığı için üzgündü. Gençleri böyle bir konuda yalnız bırakmak
istemezdi. Ama şimdi böyle bir çalışmaya zamanı yoktu.
Üstüne bir de İdil’le yaptığı tatsız konuşma eklenince bir an önce eve gitmek için
sabırsızlanıyordu. İdil’i ikna edememiş, Cuma’ya hazır olmasını söylemişti. İçi hiç rahat değildi
ama İdil ikna olacak gibi değildi.
Otomobiline yaklaştığında Sungur’u gördü. Onu bekliyordu.
-Evlâdım, kalbini kırmak istemem. Olmaz dedim, olmaz.
-Hocam, eminim böyle bir oluşumu siz de istiyorsunuz. Neden hiç düşünmeden hayır
dediniz? Bir düşünün. Belki...
-Sungur, dediğin gibi bu benim de çok istediğim bir şey. Sizi gerçekten takdir ediyorum.
Belki başka bir zaman olsaydı hiç düşünmeden kabul ederdim. Ama şimdi imkânsız.
-Neden hocam? Neden?
-Sorma bana bir şey! Olmaz dedim!
-Nedir o zaman? Sizin bu Türkçü düşünceleriniz hep göstermelik mi?! Bizi mi
kandırıyorsunuz yazılarınızla?!
Profesör sinirden ne yapacağını bilemedi. Sungur’u kolundan tutup otomobile doğru
ittirdi.
-Gir şu arabaya!
-Hocam...
-Gir diyorum! Saygısız!
Otomobile girdiklerinde Profesör nefes nefeseydi.
-Şimdi kulaklarını aç beni iyi dinle Sungur efendi! Türkçü parti mi kuracaksınız?
İttihatçıları örnek veriyorsun. Bak kendin söyledin, onlar askerî okul öğrencisiydi. Siz ne
okudunuz? İşletme? İktisat? Her bahse girerim daha askerliğinizi bile yapmamışsınızdır. Parasal
desteği nereden sağlayacaksınız? İttihatçılar ilk altı yıl sadece toplantılar yapmakla ve
Anadolunun diğer yerlerindeki okul öğrencilerini örgütlemekle yetindiler. Sizin elinizdeki üç beş
kişiyle olacak iş mi bu? Hem bak, ülkü ocakları da zamanında Tandoğan’da binleri toplarken
şimdi minicik odalarda Kuran tilâveti yapıyorlar. Neden biliyor musun? Çünkü ülkeyi o noktaya
getirdiler. Hiç bir Türkçü oluşumun tutunamayacağı hâle geldi ülke!
-Hocam, işte biz de bu yüzden bir araya geliyoruz. Bu duruma dur demek için bir yerden
başlamamız lazım.
-Sizi dinsiz, kâfir, bölücü gösteren bir idare var, nereden başlarsan başla bir yere
varamazsın! Bazen... bazen düşünüyorum bu kadar gerici insan nereden peydahlandı diye...
Diğerleri nereye gitti? Bizim gibi Türkler nerede? Neden göremiyorlar sürüklendiğimiz sonu..?
-Hocam, kimse bir yere gitmedi. İnanın, sadece bir yapılanma bekliyorlar. İşte bunun için
bir araya geliyoruz biz de. Lütfen, bize kılavuzluk edin. Yol gösterin.
-Anlamıyorsun Sungur. Öyle vaadler verildi ki yerlerini size vermemek için her şeyi göze
alırlar.
-Hocam, öyle diye oturup bekleyecek miyiz? Bizi küçümcemeyin. Biz her şeyi göze
aldık! Ölümü bile!
-İşte sorun da burada. Birincisi Sungur, ölmek değil, yaşamak ve yaşatmak olmalı
amacınız. İkincisi, siz ölümü göze aldınız da, ya sevdikleriniz? Onları kaybetmeyi göze alacak
mısınız?
-Ne gerekiyorsa o olur hocam.
Profesör gençliğin heyecanlarını biliyordu. Sungur’a ne dese vaz geçiremeyeceğini de
biliyordu. Ama şimdi daha önemli işleri vardı. O yüzden belki de oyalamak en doğrusu olacaktı.
Belki doğrusu değildi, ama yapması gerektiğinin bu olduğunu düşündü.
-Şimdi git sen. Bir düşüneyim.
-Gerçekten mi hocam?! Tamam! Sizden haber bekleyeyim mi? Yoksa... tekrar
ziyaretinize gelebilirim.
-Hayır hayır. Ben seni ararım.
-Tamam hocam. Arkadaşlarım adına çok teşekkür ederim.
-Dur hemen. Söz vermedim. Düşünücem dedim. Ararım seni. Hadi, yorgunum. Eve
gidicem. İyi akşamlar.
-İyi akşamlar hocam.
Sungur eve dönerken sevinçli ve umutluydu. Profesörün söylediklerine hak vermiyor
değildi. Ama bir şey yapamamaktansa en azından denemek istiyorlardı. O ve arkadaşları her
türlü zorluğu göze almışlardı. Seslerini duyurmak, aynı düşüncedeki gençlere bir zemin
hazırlamak istiyorlardı. Bu düşüncelerle evinin olduğu sokağa geldiğinde birinin onu takip ettiği
hissine kapıldı. O hangi sokağa girdiyse araç o sokağa giriyordu. “Belki de bana öyle geldi” diye
düşündü. Ama araç neden yavaş hareket ediyordu? Adımlarını hızlandırdığı anda araç birden
hızlanıp yanında durdu. Ne olduğunu anlamadan ensesine inen bir şeyle yere yığılmak üzereyken
aracın içine atıldığını fark etti. Son hatırladığı da buydu.
******************
Sungur ayıldığında kendini eski bir binada, elleri ve ayakları sandalyaye bağlı buldu.
-Merhaba Sungur.
-Kimsiniz siz? Benden ne istiyorsunuz? Bırakın beni!
-Sakin ol. Konuşmak istiyoruz sadece.
-Ne konuşacaksınız? Ben sizi tanımıyorum bile. Benimle ne konuşabilirsiniz?
-Tuğrul Arpadlı’dan bahsedeceğiz.
-Ne? Tuğrul Hoca ile benim ne ilgim var? Ha, bugün yanına gittim onu mu diyorsunuz?
Canınız cehenneme! Siz ne kadar uğraşsanız da biz bu oluşuma gireceğiz. Tuğrul Hoca da henüz
evet demedi ayrıca.
Adam gülmeye başladı. Öyle gülüyordu ki sanki çok komik bir şey duymuş gibiydi.
Sonra adamlarına eliyle işaret verdiğinde ona büyük bir zarf verdiler.
-Üç beş çocuğun particilik oynamasının umrumuzunuda olacağını düşünmen çok şirin.
Dur sana bir kaç fotoğraf göstereyim de planın büyüğünü gör.
Sungur fotoğraflara baktığında neler olup bittiğini anlamasa da gördükleri karşısında hem
sevinçli, hem şaşkındı. Fotoğraflarda dünya haritası üzerinde notlar, detaylı Asya ve Avrupa
haritaları görünüyordu. İşaretlenen noktaların ne anlama geldiğini anlamasa da bu fotoğraflar
onu çok heyecanlandırdı.
-Şaşırdin değil mi? Korkma, senin bundan haberin olmadığını biliyoruz. Bunun kim
olduğunu bilmek ister misin?
-Kim?
-Tuğrul elbette. Aptal adam! Sungur, birey olarak her istediğimi yapamayız çünkü
hepimiz toplumun birer parçasıyız. Topluluk içinde yaşamak kurallara uymayı gerektirir, huzuru
bozmamayı gerektirir, değil mi?
-Ha siz her istediğinizi yaparken iyi.
-Biz insanlığın iyiliği için uğraşıyoruz. Bazı aptallar gerçeklerin sırrına erdiklerinde her
şeyin çok güzel olacağını düşünüyorlar. Oysa gerçekler hiç de öyle iç açıcı olmayabilir.
-Buna siz karar veremezsiniz. Siz kimsiniz ki kuralları siz koyuyorsunuz?
-Sana bir örnek vereyim. Diyelim ki bir çocuğun sorumsuz bir anne-babası var. Onunla
ilgilenmiyorlar. Evde yalnız kalıyor, yemek bulamıyor. Bu ailenin o çocuğu ona daha iyi
bakacak bir aileye verilmesine karşı çıkmaması gerekir. Çocuğun iyiliği için böyle olmalı.
Sungur “anlaşılan Tuğrul Hoca doğru iz üstünde” diye düşündü. Profesör her ne arıyorsa
onu araması gereken yerlerde arıyordu ki birileri bundan bu kadar rahatsız oluyordu.
-Beni iyi dinle ahbap. Türk ulusu beş yaşında bir çocuk değil. Binlerce yıllık tarihimiz
var bizim. Bizim hakkımızda bizden başka kimse karar veremez!
-Bu konuları seninle konuşacak değilim Sungur. Tuğrul ve sen gibiler ne kadar aptal ve
zavallı olduğunuzun farkında değilsiniz.
-Onun için mi Tuğrul Hocayı takip ediyorsunuz, beni yaka-paça kaçırdınız. Bir
öğretmenin korkusundan şu yaptıklarınıza bakın. Asıl zavallı sizsiniz.
Sungur bu sözlerin adamı bu kadar kızdıracağını düşünememişti. Yumruklar indikçe
bayılacak gibi oluyordu. Adam yorulduğunda Sungur’a vurmaya bıraktı. Nefes nefese
konuşuyordu.
-Türkiye’de 80 öncesinde gençleri nasıl gaza getirdiklerini bilmiyorsun sanki. Üniversite
hocası deyip geçme. Onların ne kadar tehlikeli olduğunu biliyoruz biz.
Sungur ağzının içinde metal tadını hissettiği kanı yere tükürdü. Tek gözüyle
görebiliyordu. Sanki yatsa bir hafta uyurmuş gibi geliyordu.
-80 öncesinde Türk gençleri inandıkları değerleri savundular. Hocaları olsun olmasın
aynı şeyi yaparlardı. Ayrıca biz biz deyip duruyorsun. Siz kimsiniz? Kimsin sen?
-Bana Chris diyebilirsin. Ama yoo, Chris deme, şimdi rahatsız eder bu seni. Ha ha ha.
Şöyle K ile başlayan bir Türk adı bulalım bana.
-Canın cehenneme.
-Cehenneme önden seni göndermemi istemiyorsan şimdi beni iyi dinleyeceksin. Ne yapıp
yapıp kendini Tuğrul’un çalışmasının içine dahil edeceksin. İrlanda’dan misafiri geliyor. Onun
neden geldiğini öğreneceksin.
-Adamın misafiri gelemez mi?
-Tuğrul önce İngiltere’ye gidip alanının en iyilerinden olan, Türk tarihi alanında
otoritelerden sayılan bir profesörle görüştü. Bu onu ilk ziyaretiydi. Beraber İrlanda’ya gidip
İngiliz profesörün karısının erkek kardeşi ile görüştüler. O da eski bir Army Ranger. Yani özel
kuvvetlerdeydi. Dünyanın pek çok yerinde görev yaptı.
-Bu da sizin uykularınızı kaçırdı.
-Dinle beni Sungur! Onlara yakın olacaksın. Ne arıyorlar öğreneceksin.
-Hayır dersem? Öldürecek misiniz beni? Ne duruyorsun? Şimdi öldür. Sizden
korkmuyorum! Anladın mı? Korkmuyorum sizden!
-Ah dostum. Siz Türkler neden bu kadar aptalsınız? Sungur, bir kaç gün önce adamlarım
kızkardeşin Begüm’ün ne kadar güzel olduğunu konuşuyorlardı. Seni takip ederken görmüşler
ve...
-Alçak herifler! Kardeşimden uzak durun! Ailemden uzak durun pis herifler!
-Bizim gözümüz kulağımız olursan...
-Sizin gözünüzü kulağınızı sikeyim! Her uzvunuzu ayrı ayrı sikeyim! Kardeşimden uzak
durun! Gebertirim sizi asağılık herifler! Gebertirim!
-O halde birbirimizi iyi anladığımızı ve anlaşmaya vardığımızı düşünüyorum. Seninle
iletişime geçtiğimizde umarım bize anlatacak çok şeyin olur.
Adam böyle deyip diğerlerine başıyla işaret verdi. Sungur’un başına tekrar torbayı
geçirip bağlı olduğu sandalyeden çözdüler. Aynı aracın içine itelediklerinde adam evinin önünde
bırakmalarını söylüyordu.
****************************
-Ian! Türkiye’ye hoş geldin.
-Teşekkür ederim Tuğrul. Nasılsın?
-İyiyim. Seni de iyi gördüm. Ama bu her an değişebilir. İstanbul’un soğuğuyla
karşılaşmadın henüz.
-Dublinliler Wicklow Dağlarının soğuğundan bahseder. Çocukken Burren yaylasında
çobanlık yapmış biri için ne Dublin’in, ne İstanbul’un soğuğu korkunç değil dostum.
-Ailen çiftçi miydi?
-Hayır, babam öğretmendi. Çocukken hep şehirden kaçıp hayvancılıkla uğraşan
akrabalarımızın yanına gitmek isterdim. Burren’da her yıl Ekim ayında festival düzenlenir.
Kışlaklarına dönmeyi kutluyorlar. Bu maceradan sağ çikarsak beklerim dostum.
Ian bunu söylerken gülümsedi ama Tuğrul ile gözgöze geldiğinde onu endişelendirdiğini
fark etti.
-Bunun kolay olacağını düşünmüş olamazsın.
-Kendi adına konuş İrlandalı. Sana dedim, ben kendimi savunabilirim.
-Kalem ve gözlüklerinle mi?
Profesör bu soğuk sağ kalıp kalmama muhabbetinden sonra ortamı yumuşatmış
olmalarına sevinmiş, hem otomobilinin kapısını açıyor, hem Ian’a laf yetiştiriyordu.
**************************
-Hocam ne kötüsünüz. Konuştuk bunu. Ben de gelicem. Hiç boşuna nefesinizi yormayın.
-Ya sen ne inatçı bir kızsın! Ne olur ne olmaz evlâdım, sen kal şimdi...
-Ya hocam çok merak ediyorum, ben de geleyim. Hem oradan Mersin’e geçeriz, ailemle
tanıştırırım sizi.
-İdil...
-Gelicem hocam. Valla gece gelir kapınızda beklerim!
-Off, tamam İdil tamam. Sabah yedide burada ol.
Profesör İdil’i kalmaya ikna edemeyeceğini biliyordu. Söylenerek salona girdiğinde Ian’ı
telefonda konuşurken buldu. Kardeşi Megan’la konuşuyordu. Telefonu kapattıktan sonra ertesi
gün için plan yapmaya başladılar.
-Ian, sabah yedide çıkacağız. Altı-yedi saat sürer yolculuğumuz, belki daha fazla. Önce
emniyette bir arkadaşıma uğrayacağım.
-O neden?
-Telâş edecek bir şey yok. Enver’in yerini o arkadaşım buldu. Yanıma uğramadan gitme
dedi. Hem ziyaret etmiş olurum, hem biraz daha bilgi alırız. Telefonda uzun konuşamadık.
-Tamam.
-Geç oldu. Yorgunsundur da. Gel odanı göstereyim.
*****************************
-Günaydın hocam!
-Günaydın İdil ve sırt çantası.
-Neden öyle dediniz ki şimdi?
-Kızım, daha büyüğü yok muydu onun? Yahu sanırsın kampa gidiyoruz.
-Çok rica ederim hocam. Siz... Aaa, Ian mı bu? Merhaba Ian!
-Merhaba... Af edersiniz de, siz kimsiniz?
-Ben İdil. Hocamın asistanıyım.
Ian’ın endişe bakışları profesöre bir açıklama yapması gerektiğini söylüyordu.
-Ian, her şey yolunda.
-Yani...
-Evet. İdil çalışmalarımdan haberdar. Bana yardım ediyor. Hadi, oyalanmayalım daha
fazla.
Yola çıktıklarında iliklerine işleyen soğuk Bozüyük’e girdiklerinde etkisini kaybetmişti.
Profesör kahvaltı için durdu. Kendisine gelmesi için demli bir çaya ihtiyacı vardı. Ian halinden
memnun görünüyordu. Türk kahvaltısının zenginliğinden söz ediyor, İdil de ona köylerde bu
yiyeceklerin daha lezzetli olduğunu anlatıyordu.
Tekrar yola çıktıktan sonra yarım saat geçmemişti ki Profesör karşıdan gelen bir
otomobilin yoldan çıkmış, kendi şeritlerinde onlara doğru geldiğini fark etti. Önce tereddüt etti.
Güneş gözümü mü alıyor, doğru mu görüyorum derken aracın yaklaştıkça hızını arttırmasıyla
kornaya yüklendi. Araç hala tüm hızıyla üstlerine geliyordu. Profesör kendisini sola atmaya
çalıştığında yan şeritten gelen aracı gördü. O arada ne olduğunu anlayamadan Ian’ın aynı anda
hem “frenle” diye bağırıp hem arka koltuğa uzanıp İdil’in kemerini taktığını fark etti. Soldaki
aracın onları geçtiğini fark eden Ian bu sefer “gazla” diye bağırdı. Profesör tüm hızıyla gaza
yüklendiğinde Ian direksiyonu sola kırdı. Profesör direksiyon hakimiyetini sağlamaya çalışırken
artık soldaki bariyere çarpmanın kaçınılmaz olduğunu anlamıştı.
**************************
Profesör Bozüyük Devlet Hastanesinde gözlerini açtığında şaşkındı. Yanındaki
sandalyede Sungur oturuyordu. “Rüya mı görüyorum” diye düşündü.
-Hocam! Nihayet! Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Doktoru çağırayım mı?
-Dur, yavaş konuş. Beynim çatlıyor. Neler oldu? Sen neden buradasın? Ben neden
buradayım?
-Hocam, bir kaza geçirdiniz ve...
-İdil!
-İyi hocam, merak etmeyin. Onda da, Ian’da da fazla bir şey yok. Ayakta tedavi oldular.
Siz bariyere kendi tarafınızdan çarptığınızdan ne yazık ki kolunuz kırılmış.
Profesör o zaman kolunun sargıda olduğunu fark etti. Sungur demek İdil’le ve Ian’la
tanışmıştı. İyi de, o burada ne arıyordu? Neden yüzünde morluklar ve yaralar vardı?
-Hocam, yarına taburcu olacaksınız. İdil okulu arayıp haber verdi. Gerçi duymayan
kalmadı da. Ben de haberlerde gördüm de geldim. Ameliyat iyiydi, bir sıkıntı yok. Tabii uzun bir
süre kolunuz alçıda kalacak.
-Ne ameliyatı? Kaç gündür buradayım ben?
-Dün sabah oldu kaza.
-Ahhh... Muhsin...
-Muhsin?
-İdil nerede?
-Kahve almaya gitmişlerdi. Şimdi gelirler hocam.
-Sen neden geldin?
-Televizyonda görünce... Merak ettim. İyi olduğunuzdan emin olmak istedim.
-Ta İstanbul’dan buraya?
-Başka bir sebep de var tabii.
-Hah. Onu soruyorum işte.
-Hocam, İdil size detayları anlatır. Size sürücüsüz bir araç çarptı. Çarpmaya çalıştı daha
doğrusu.
-Nasıl sürücüsüz?
-Polis otosu kazayı yaptığınızda size o kadar yakınmış ki memur televizyonda neredeyse
çarpacaktık, zincirleme kaza olacaktı diyor. Ama diğer araçtan kimse çıkmadı diyor.
-Öyle şey mi olur yahu?! İnmiş kaçmıştır.
-Yok hocam, mümkün değil diyor polisler.
-Eee?
-E si hocam... sanırım sizin araştırmanızla bir ilgisi olabilir.
-Ne araştırması? Ne saçmalıyorsun sen?
-Hocam, canınız çok canıyor eminim de, yüzümün bu halde olmasının nedenini merak
edin isterdim.
-Ne demek istiyorsun? Yani, evet üzüldüm bu halde olmana. Kafam binbeşyüz Sungur!
Kelime oyunu yapma bana! Şöyle her ne ise.
-Hocam, sizinle görüştüğüm günün akşamında beni zorla bir araca atıp kaçırdılar.
Kendime geldiğimde depo gibi bir yerde beni sandalyeye bağlamışlardı.
-Ne?!
-Evet. Sonra evinizin içinde çekilmiş fotoğraflar gösterdiler. Haritalarınız, notlarınız...
-İnanamıyorum...
-Ben de inanamadım. Sonra ne yapıp edip size yaklaşmamı, onlara attığınız her adımı
bildirmemi istediler. Öyle bir şey yapmayacağımı, isterlerse beni öldürebileceklerini söyledim.
-Kim bunlar? Neler oluyor?
-Bilmiyorum hocam, Türkçeyi aksanlı konuşuyordu, adının Chris olduğunu söyledi.
Zaten bizde otonomus taşıt teknolojisi yok.
-O ne?
-Sürücüsüz araç yani.
-Eee? Tamam o zaman deyip salıverdiler beni demeyeceksin herhâlde.
-Hocam... Kızkardeşim ve ailemle tehdit ettiler...
-Sungur! Bunları bana neden anlatıyorsun madem?
-Hocam. Asla onların istediğini yapmıycam.
-Evlâdım...
-Belki güvenemezsiniz şimdi bana. Ben olsam ben de güvenmekte zorluk çekerdim. Ama
lütfen inanın. İtiraz etsem aileme zarar verecekler. Yanlış bilgi veririm, lüzumsuz, ufak tefek
şeyler söylerim, bir süre oyalarım. Ailemi yerleştirecek bir yer buluncaya kadar yanınızda
olmama izin verin, lütfen.
-Dur evlâdım. Haklısın... En doğrusu bu. Ama bunlar her kimse yerin dibine girsek
bulurlar gibi geliyor.
-Başka çârem yok hocam.
-Tamam evlâdım. Bulucaz bir yolunu. Git bak bakayım şunlar nerede kaldı.
Sungur odadan çıkmak üzereyken İdil ve Ian ile kapıda karşılaştı. Her ikisi de profesörün
nihayet kendine gelmiş olmasından çok mutluydular. İdil ona kaburgalarında ezikler olduğunu
ama kolunun kırılmasından başka önemli bir şey olmadığını anlattı. Profesörün kafasının içinde
bir milyon soru vardı.
-Ian, Sungur sürücüsüz araç çarptı diyor.
-Doğru Tuğrul. Detayları sonra konuşuruz.
-Çekinmene gerek yok. Bize bu kazayı hazırlayanlarla Sungur’u bu hâle getirenler
sanırım aynı.
-Dostum. Daha yolun başında böyleyse...
-Ian... Gitmek istiyorsan anlarım...
-Bollocks! Hiç bir yere gitmiyorum! Ben senin için söylüyorum.
-Ben?
-Evet sen Tuğrul. Seni öldürmeye çalıştılar ve bu daha maceranda ilk gün dostum.
-Onlardan korkan onlar gibi olsun be!
-Bu ne demek şimdi?
-Bu Türkçe bir deyim dostum. Sen bollocks deyince ben de araya bir espri sıkıştırayım
dedim.
-Deli Türk. Şu hâlinde espri yapıyor.
-Heh heh he. Bak şimdi, ben de korkmuyorum ve yolumuza devam edicez. Yarın
Isparta’da olucaz. Bu genç de bizimle gelecek. Anlatırım sonra.
-Ben gidip otelden onun için de bir oda ayırtayım. Sadece İdil için oda ayırtmıştım.
-Sen?
-Seni burada yalnız bırakacağımı düşünmedin umarım.
-Ha iyi, tamam. Korkmuyorum da... E tabi kalem ve gözlüklerimle savaşamayacağıma
göre...
-Hâlâ espri yapabiliyor. Siz Türklerin bu ölümle dalga geçişiniz yok mu...
SERAP PALA