AKIN – İkinci Bölüm
AKIN – İkinci Bölüm

SERAP PALA
-Profesör uçaktan indiğinde Cambridge’e gidebilmek için trenlerin olduğu King’s Cross-
London Liverpool Caddesi kavşağına yürüdü. Johnson ona buradan Cambridge’e her beş
dakikada bir tren olduğunu söylemişti. Onun dediği gibi çok beklemeden trene bindi. Bir buçuk
saat yolculuğun üzerine şehre geldiğinde bir taksi durdurup Cambridge Üniversitesine gideceğini
söyledi. Akşam olmak üzereydi ama Johnson ona kendisini kampüste bekleyeceğini söylemişti.
Üniversitenin tarih ve sanat fışkıran harika bir görünümünü vardı. Profesör, tarih
eğitiminde dünyanın en iyi üniversitesinin Harvard, ikinci en iyi üniversitesinin Cambridge
olduğunu biliyordu. Daha önce Harvard’daki bir Türk profesörün davetiyle orada bulunmuş ama
Cambridge’e hiç gelmemişti. Çok heyecanlıydı. Binaya girdiğinde büyülenmiş gibi etrafa
bakınıyordu.
-Yardımcı olabilir miyim bayım?
-Ah, evet. Lütfen. Ben İstanbul’dan bir tarih profesörüyüm. Eski bir arkadaşımı ziyarete
geldim; Edward Johnson.
-Tabii ki. Lütfen beni takip edin.
Onu bir salona alan kadın Johnson’ı arayıp misafiri olduğunu haber verdikten sonra
profesöre onun ofisini tarif etti. Profesör, Johnson’ın ofisine geldiğinde kapısı açıktı.
-Merhaba Bay Johnson.
-Tuğrul?
-Evet. Nasılsınız?
-İyiyim, teşekkür ederim. Sen nasılsın? Yolculuğun nasıl geçti?
-İyiydi. Benimle görüşmeyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim Bay Johnson.
-Lütfen bana Ed de ve şu resmiyeti bırak.
-Ed, teşekkür ederim.
-Hadi gidelim.
Edward’ın evine geldiklerinde kapıyı eşi Megan açtı. Profesör bir İngiliz tarihçinin evini
daha farklı bulacağını sanıyordu. Evde tarih adına hiç bir şey göremedi. İki çocukları vardı.
Johnson profesörü onlarla da tanıştırdıktan sonra Megan yemeğin hazır olduğunu söyledi.
-Tuğrul, dininiz gereği bazı şeyleri yemediğinizi biliyorum. Bu yüzden sana ne ikram
edeceğimize karar veremedik ve balık olsun dedik. Umarım deniz ürünlerini seviyorsundur.
-Severim.
Yemekten sonra Edward Megan’a çalışma odasına geçeceklerini söyledi. Tuğrul
Megan’a yemeklerin harika olduğunu söyleyip teşekkür etti ve Johnson’u takip etti. Çalışma
odası evden çok farklıydı. “İşte burası bir tarihçiye ait” diye düşündü Profesör.
-Tuğrul, soruların olduğundan eminim.
-Tahmin ettiğin gibi Ed. Neden buraya gelmemi istedin?
-Sekreterim seninle konuştuktan sonra bir zarf aldım. Kapının önüne bırakılmıştı. İçinden
çıkan kağıtta “dikkat et” yazıyordu. Hepsi bu. Ne anlama geldiğini ve kimin gönderdiğini
bilmiyorum ama telefonda konuşmanın doğru olmayacağını düşündüm. Dinleyebilirler.
-Kimler?
-Bilmiyorum. Ama ben seninle daha önce hiç konuşmadım. O yüzden beni değil seni
takip ettiklerini sanıyorum. Daha önce böyle bir şey başıma gelmeyip sen sekreterimle
konuştuktan sonra bu zarfı alınca aklıma bu geldi. Şüphelendiğin bir durum oldu mu?
-Ufak tefek şeyler. Kendi kuruntularım sandım.
-Hayır dostum. Kuruntu değil, sanırım gerçek.
-Buraya gelmem de senin için tehlikeli değil mi? Hatta daha büyük bir tehlike. Neden
bana yardım etmeyi kabul ettin?
-Doğruyu söylemek gerekirse ne senin milletin ne de senin milliyetin için yapacakların
umrumda. Fakat biz tarihçiler nasılız bilirsin. Tarih adına yapacaklarını düşündükçe
heyecanlanıyorum. Sanırım insanlık tarihine karşı görevimiz bu.
-Bir İngiliz, insanlık tarihine karşı görevinden bahsediyor. Sanırım artık her şeyi gördüm.
-Şansını fazla zorlama Tuğrul.
Edward’ın bu sözüyle ikisi de güldü. Edward’ın dürüst konuşması profesörü biraz
rahatlatmıştı. Yine de dünya üzerinde 22 kolonisi olan bir ülke vatandaşının, insanlığa karşı
görevinden bahsetmesi komiğine gitti. Edward profesöre uzattığı puroyu onun red etmesi üzerine
kendi yaktı. Profesör ona ne kadar güvenebileceğini kestiremese de bu konuda araştırmalar
yapan en saygın otoritelerden biri olduğundan onun yardımına ihtiyacı vardı. Asıl amacının ne
olduğunu söylemeden konuyu Edward’a anlattı. Edward’ın tepki göstereceğini, sorular
soracağını düşünüyordu ama o aksine sakindi. Bir süre düşündükten sonra birden konuyu
değiştirdi.
-Tuğrul, yarın İrlanda’ya uçmaya ne dersin?
-İrlanda’ya mı?
-Evet.
-Yani… hazır değilim henüz buna. Orada ne aradığımı ya da arayacağımı bile
bilmiyorum. Bir ön hazırlık yapmam lazım.
-Hayır Tuğrul, hayır. Az önce bahsettiğin komik DNA bağı iddiası için değil! Çalışmaya
gitmiyoruz, gezmeye gidiyoruz.
-Gezmeye? Ed, inan bunun hiç sırası değil.
-Hadi dostum. Beni kıracak mısın? Hani siz Türkler nasıl diyor, “çalış çalış nereye
kadar?” Ha ha ha. Dinle, sabah erken kalkarız, öğleye orada oluruz. Eğer geceyi orada geçirmek
istemezsen akşam döneriz.
Edward’ın böyle konuyu değiştirmesi, birden bire İrlanda’ya gezmeye gitmeyi teklif
etmesi ve bunda ısrar etmesi tuhaftı. Profesörün aklı ona “gitmelisin” diyordu.
-Olur. Gideriz tabii.
-Mükemmel! Artık yatmalıyız. Sabah erkenci kuşlarız dostum. Gel sana kalacağın odayı
göstereyim.
-Bir otele giderim diye düşünmüştüm.
-Saçma. Yeteri kadar odamız var.
***********************
Dublin’e indiklerinde profesör çok sevinçliydi. Görmeyi yıllardır istiyordu bu şehri, evet,
ama bu kadar sevineceğini tahmin edemezdi. “Keşke daha geniş bir zamanda ve daha iyi
şartlarda burada olsaydım” diye düşündü.
-Buraya gelip bir bara gitmemek dünyanın en aptalca şeyi olur! Ayrıca sana sözüm var
dostum, ölünceye kadar içeceğiz! Ha ha ha.
Edward’ın kahkahaları arasında girdikleri barda Profesör, yaşadığı o dakikaların
hayatında büyük değişiklikler yapacağından habersiz, atmosferin tadına varmaya çalışıyordu.
Bira bardakları, viski kadehleri durmaksızın dolup boşalıyordu. İrlanda aksanlı İngilizce ile de
tanışmaya fırsat bulmuştu. Edward yanına gelen bir adamı kucaklayıp Profesör ile tanıştırdı.
-Ian! Seni görmek ne güzel! Tuğrul, bu Ian. Megan’ın kardeşi.
-Gerçekten mi? Tanıştığımıza sevindim Ian. Nasılsın?
-İyiyim ahbap. Sen nasılsın?
Profesör cevap bile veremedi. Yüzünde kocaman, aptal bir gülümseme vardı. Hep merak
ettiği o aksanı canlı canlı dinliyordu. Ian “mate” diye konuşunca o da öyle cevap vermek
istediyse de onun söylediği gibi söylemeye çalışıyor, yapamıyordu. Üçü de bu duruma çok
güldüler. Ian insanların bu İrlanda aksanı merakına bir anlam veremiyordu ama koskoca bir
profesörün böyle çocuk gibi aynı aksanla konuşmaya uğraşması ona eğlenceli geldi. Edward
Ian’ı tanıttığında ise Profesör şaşıp kalmıştı.
-Ian bir antropolojist aslında. Yüksek lisanstan sonra orduya katıldı. Özel kuvvetlerdeydi.
Operation Althea’yı hatırlıyor musun?
-Bosna?
-Evet. Oraya gönderilen birlikteydi. Yaralandı. Ama iyileştikten sonra geri döndü.
Lübnan, Somali, Sudan, Hırvatistan, Kıbrıs… Aklına gelebilecek pek çok ülkede barış
güçlerindeydi.
-Bir dakika. İrlanda NATO ülkesi değil ki.
-Evet ama bu operasyonların çoğu Birleşmiş Milletler operasyonlarıydı. Ayrıca
hümaniter misyonlarda da görev yaptı.
-Bravo Ian!
Ian viski kadehinden kaldırmıyordu bakışlarını. İçinde kopan fırtınaları dile getirse
insanların onu “zayıf” olmakla suçlayacaklarını düşünüyordu. Madalyalı bir savaşçı ve ödüllü bir
hümaniter yardım koruması… Onun bütün hatırladığı ise ölen, tecavüze uğrayan, aç kalan
insanlardı.
-Tuğrul, Ian şu an bir üniversitede Antik Dönem Tarihi öğretiyor. Fırsat buldukça da
Asya içlerine gezmeye gidiyor.
İşte bu sözlerle onun dikkatini çekeceğini biliyordu. Profesörün gözleri parlamıştı.
Demek Edward’ın onu buraya getirip Ian ile tanıştırmakta ısrar etmesinin sebebi buydu.
-Ian, seni Asya’nın çetin coğrafyasını gezmeye sürükleyen sebep neydi?
-Afganistan’daki Paştunları biliyor musun?
-Evet.
-Önce onları gördüğümde “hey, bunlar bizden” diye şaka yaptım. Kızıl saçlı, mavi
gözlülerdi. Sonra şakanın ciddî tarafını gördüm. Afganistan’da Türkçe konuşmayan ama Türk
oldukları ispatlanmış olan o kadar çok etnik grup var ki. Karışık bir yer Afganistan. Sonra bir
şeyler öğrendim… Neyse… bir gün Hindistan’a geçtik. Çok ücra bir köyde İrlandaca konuşan
yerliler gördüm. Kafamın içi çok karıştı. İşte... geziyorum… Yani bütün bunlarla ilgisi yok.
Merak sadece… Daha başka ne inanılmaz şeylere tanık olacağım diye.
Profesör onunla konuşmak, saatlerce konuşmak istiyordu. Hayır, sadece gezmiyordu.
Sadece “daha başka neler göreceğim” diye gitmiyordu Asya’ya. Belliydi ki kafasının içinde
sorular vardı ve cevapları aramaya gidiyordu.
-Ian, Türkiye’ye, beni ziyarete gelirsen çok mutlu olurum. Uçak biletini alabilirim.
-Buna hiç gerek yok Tuğrul. Ama gelirim evet. Yıllar oldu, en son Kıbrıs’ta görevliyken
gelmiştim.
-Harika! Ama… bilmiyorum…
-Ben biliyorum... Yani tahmin edebiliyorum. Kendimi koruyabilirim ben. Ama senin için
söz veremem.
-Hayır ben senin için endişeleniyorum.
-Buna gerek yok.
Profesör Ian’ın kirpiklerine düşen siyah saçlarının altında parlayan mavi gözlerinde bir
parıltı gördü. Korku değildi gördüğü, bu kesindi. Ian’ın sözleriyle sebebini anladı ve çok güldü.
-Hayat anlamsız geliyor bazen. Derste öğrenci soruyor, profesör, İsa’dan önce, İsa’dan
sonra mı diyelim, Genel Era’dan önce ve Genel Era’dan sonra mı diyelim. Sen sorunun cevabını
ver de önemli değil diyorum, her sınavda, her ödevde aynı saçmalık. Sikeyim erasını! Bu
saçmalıklarla uğraşmak için mi dünyanın her yerinde askerlik yaptım ben?!
“Ian, seni bur durumdan kurtarabilirim dostum, ama bu sana ağır bir bedel ödetebilir”
dedi profesör. Kesinlikle onunla çalışmak istiyordu ama çıkacakları bu yol karanlıktı.
-Tuğrul, bu sorun değil. Ama bir şartım var. Birini istiyorum.
-Kim?
-Kıbrıs’ta görevliydi o da. Bir Türk. Adı Enver. Enver Saruhanoğlu. En son duyduğumda
Isparta’nın bir köyünde yaşıyordu. Yunanistan’dan göçmüşler oraya. Arkadaşları ona Sarı Enver
diyordu.
-Sarı Enver…
-Evet. Tabii kabul ederse.
-Etmez mi diyorsun?
-Bilmiyorum. Ama inan bana, bu yolculukta onu yanında istemelisin.
*****************************
Ian kalmaları için ısrar ettiyse de 4.15 uçağıyla Londra’ya geri döndüler. Profesör gece
11 uçağıyla geri dönecekti. Ed’in evine geldiklerinde akşam olmuştu. Profesör yemekte
Megan’la kardeşi Ian hakkında konuşurken benzerliklerini fark etti. Kızları Megan’a gibi daha
açık tenliyse de oğullari dayısı Ian’in adeta kopyasıydı. Yemekten sonra Ed’in odasına
geçtiklerinde yola nasıl devam edeceklerini konuşuyorlardı.
-Tuğrul, ben diyorum ki sen bu Enver’in yerini öğrendiğinde beni ara. Ya da e-posta
gönder. İşte epeydir yazamadım, nasılsın gibi. Ben o zaman Ian’a haber veririm. Benim onu
aramam sorun değil çünkü o benim karımın kardeşi. Ne dersin?
-Bu kadar ciddi mi diyorsun bu takip edilme olayı?
-Bana inan, kimin kuyruğuna bastığını bilmiyorum ama henüz bilgi toplama
aşamasındayken bu kadar düşmanlığı üzerine çektiysen bence ne kadar dikkatli olsan o kadar
iyidir derim.
-Tamam. Öyle yaparız Ed.
**************************
Profesör nihayet evine ulaştığında saat 4’e geliyordu. Birkaç saat uyumak için uzandı.
Telefonun sesine uyandığında ne kadar uyuduğunu bilmiyordu. Arayan İdil’di. “Geç
kaldın sanki be kızım” diye söylenerek telefona cevap verdi.
-Hocam hoş geldiniz.
-Hoş buldum sabırsız İdil, hoş buldum.
-Hocam yaa, meraktan çatlıycam zaten.
-Neyini merak ediyorsun? Gezdim, arkadaşımı gördüm. Ziyaret işte.
-Hmmm. Ya işte Cambridge Üniversitesini gördünüz, Londra’yı gördünüz... Merak ettim.
-İyi. Kahvaltıya çıkıcam birazdan. Balat’a gel.
-Tamam hocam. Hemen çıkıyorum.
**************************
-Hocam, bakıyorum götürüyorsunuz börekleri.
-Bak bak, hocasıyla nasıl konuşuyor bak. Otur.
-N’aptınız?
-Karnımı doyurmadan bir kelime etmem.
İdil gülerek kendine de bir çay söyledi. Meraktan ölüyordu ama Profesör dediği gibi
kahvaltısı bitesiye tek kelime etmedi. Nihayet karnı doyduğundan emin olunca olanları anlattı.
-Off İrlanda’ya da gittiniz demek! Ne şanslısınız!
-Ya bir bara gittik, bir kaç saat kaldık, döndük. Buna İrlanda’ya gitmek mi diyorsun?
-Hocam, şimdi siz bu Enver’i bulunca, Ian da gelince ne yapacağız?
-Bilmiyorum İdil. Yani neden bu adamı istedi Ian, onu da anlamadım. Ama bulup bir
görüşürsem anlarım diye düşünüyorum. Hadi, kalkalım artık.
***************
Profesör ertesi gün ders aralarında Isparta’da emniyette görev arkadaşı Muhsin’i aradı.
Muhsin birkaç saat sonra ona geri döndüğünde Enver’in izine ulaşmıştı.
-Tuğrul, buldum kardeşim.
-Hay sen çok yaşa Muhsin!
-Lozan Mübadilleri Derneğini aradım, onlar tanımıyor. Sonra dedin ya Kıbrıs’ta Nato
görevindeymiş diye, Dağ Komando Okulunu aradım.
-Eee?
-Oradan da bir şey çıkmadı. Bana bağırdılar filan. Sonra tuhaf bir şey oldu. Biri beni
aradı. Niye soruyorsunuz, siz kimsiniz dedi. Ben de kötü bir niyetimiz yok. Ben tarih
profesörüyüm, mübadele konusunda yazı hazırlıyorum, konuşmak istedim sadece dedim.
-Hay aklınla bin yaşa! Ne iyi akıl etmişsin!
-Yeşilköy’de yaşıyor, zaten kötü bir niyetiniz varsa o sizi pişman eder dedi kapattı.
-Bu ne şimdi?
-Ne bileyim Tuğrul. Hiç bir şey anlamadım.
-Tamam Muhsin. Çok sağ olasın.
-Sen de sağ ol. Buraya gelince uğramamazlık etme bak.
-Tamam. Kesin gelicem ziyaretine.
Profesör kafası karışmmış olmakla birlikte hemen oturup Ed’e bir e-posta gönderdi. Ev
sahipliği için teşekkür ediyor, onu da Türkiye’ye davet edip Megan ve kardeşine de selam
söylüyordu. Aradan yarım saat geçmemişti ki Ed’den cevap geldi.
“Değerli dostum, seni ağırlamak bizim için zevkti. İlk fırsatta ziyaretine geleceğim.
Megan’ın kardeşi benden hızlı çıktı. Hemen Türkiye’ye gelmek istiyor. Bahsettiğin tarihi
mekânları onsuz gezmeyi yasaklıyor sana. Ama zamanın olmaz da onu gezdiremezsin diye
endişeleniyor. Senden haber bekliyoruz. Sağlıcakla kal.”
Bu ne demekti şimdi? Ian onsuz hareket etmesini istemiyor muydu? Isparta’ya o da mı
gelmek istiyordu?
Ayağa kalktı. Elini saçlarında gezdirerek odanın içinde geziyordu. Ian’a ne kadar
güvenebileceğini bilmiyordu. Enver’i de tanımıyordu. Ama onlara ihtiyacı olduğu kesindi.
Oturup Ed’e cevap yazdı.
“Sevgili Edward, bu Cuma dersim yok. Ian Perşembe akşamından gelirse gezmek için üç
günümüz olacak.”
Biraz sonra Ed’den onay e-postası geldi. Demek Cuma günü Isparta’ya gidiyorlardı.
İdil’in gelmesini istemiyordu ama ikna etmek zor olacaktı.
SERAP PALA