07 April 2023 - Friday

AKIN – Dördüncü Bölüm

AKIN – Dördüncü Bölüm

Yazar - SERAP PALA
Okuma Süresi: 28 dk.
190 okunma
SERAP PALA

SERAP PALA

-
Google News

Isparta’ya geldiklerinde vakit epeyi ilerlemişti. Muhsin de, Profesör de yıllar sonra tekrar
bir arada olmanın heyecanıyla eskileri yâd ediyorlardı. Üniversiteyi beraber okumuşlardı.
Muhsin emniyete katılmış, amirliğe kadar yükselmişti. Görüşmeyi hiç kesmedikleri belliydi.
Muhsin’in İstanbul’a geldiğinde Profesörü ziyaretinde gezdikleri yerlerden bahsediyorlardı.
Profesör yol yorgunluğuyla ağrılarını daha çok hissetmeye başlamıştı.
-Muhsin, yahu benim kolum ağrımaya başladı. Seninle sabaha kadar sohbet etsem
doymam da, sen bize Enver hakkında bildiklerini…
-Muhabbete daldık soramadım yahu, ne oldu senin koluna? Bu haliniz ne? Savaştan
çıkmış gibisiniz.
-Anlatıp senin de başını derde sokmayayım Muhsin. Zaten buraya gelmekte çok tereddüt
ettim. Bilmesen daha iyi.
-Yahu ben kanun adamıyım. Kimden korkacakmışım!
-Olsun. Anlatmasam daha iyi. Geç oldu hem, bir an önce şu Enver’i bulalım biz.
-Tuğrul, anlat ki yardıma ihtiyacın olursa ne ile uğraştığımı bileyim.
-Yok Muhsin, ısrar etme. Sen yardım etmek istiyorsan bize Enver hakkında bildiklerini
anlatıver.
-Bildiğim bir şey yok da edindiğim bilgiler var. Siz bu adamı niye arıyorsunuz
bilmiyorum ama dikkatli olun derim. Ben tanımam, hiç adını duymusluğum yok. Ama bir
araştırayım dedim, ne bileyim Tuğrul… Yani tekin birine benzemiyor.

-Nasıl yani?
-Ya tekin biri değil dediysem, boyundan büyük işlere karışıp belayı üstüne çeken biri
galiba. Öğrendiğime göre buralıymış. Yani mübadelede dedeleri Yunanistan’dan gelmiş, buraya
yerleşmiş. Donanmada subaymış. Sonra SAT komandosu oluyor, yüzbaşılığa kadar yükseliyor.
Bir ara Isparta’ya sık gelmeye başlamış. O aralarda kardeşi askerden terhis olup geldikten bir
gün sonra bir kazada can vermiş. İki yıl önce olmuş bu olay. Bir gazeteci kazanın kasıtlı
olduğunu yazdıysa da gazeteci ortadan kaybolmuş, konu da kapanıp gitmiş. Babası cenazeden
birkaç gün sonra kalp krizi geçirip ölmüş. Annesi de felç geçirmiş bir süre sonra. İşte hayatta bir
tek annesi kalan Enver mesleği bırakmış, gelip burada annesine bakmaya başlamış. Ama
öğrendiğime göre bir ay kadar önce de annesini kaybetmiş.
-Adamın başına gelmeyen kalmamış…
-Sen neden arıyorsun bu adamı?
-Ya… bir araştırma yapıyorum da…
-Tuğrul. Bana güvenmiyor musun?
-Öyle değil Muhsin. Yahu ben de bilmiyorum neden aradığımı. Bir göreyim, konuşayım.
-Seninle ilgisi ne bu adamın? Ne konuşacaksın?
-Bilmiyorum… Muhsin, bu konuştuklarımız aramızda kalsın. Olur da soran olursa
dediğin gibi, mübadele ile ilgili araştırma yapıyormuş dersin.
-Tabii, hemen yerler.

-Dur yahu, endişelendirme beni. Başın derde girsin istemem. Bakma öyle Muhsin.
Anlatabilecek olsam anlatırım. İnan ki böylesi senin için daha iyi.
-Peki. Anlaşılan ne desem boş. Ne diyeyim, dikkat edin kendinize. Başın dara sıkışırsa
söylememe gerek yok, biliyorsun.
-Biliyorum. Sağ olasın.
-Sen de sağ ol.
-Bize müsaade. Gidelim bakalım şu köye.
*********************************
Yeşilköy’e girdiklerinde gözleri etrafta evi sorabilecekleri birini arıyordu. Nihayet birkaç
çocuğun yolun karşı tarafına geçmek için beklemesini fırsat bilip durdular. Profesör İdil’e çıkıp
çocuklara evin yerini sormasını söyledi.
Tek katlı, beyaz boyalı, küçük bir evin önünde durduklarında hepsi de çok heyecanlıydı.
Prefosör arabada kalmalarını, önce gidip evde olup olmadığına bakacağını söyledi. Ian Enver’le
görüşmek için sabırsızlanıyordu ama onu karşısında görünce Enver belki de şüpheye kapılacaktı.
Yaşadıklarından sonra bu kaçınılmazdı. Profesör bahçe kapısından içeriye girdiğinde İdil ve
Sungur, Ian’a Enver’le nasıl tanıştıklarını sordular.
-Kıbrıs’ta tanıştık. Zirve toplantısı vardı. 10 kişilik bir timle oraya gittik. İki tarafın barış
içerisinde görüşmesinin sabote edilmesi ihtimaline karşı orada buluancaktık. Sivil olarak gittik.
Yani görevliydik ama üniformalı değildik. Binanın dışındaydım ben. Bir ara ensemde soğuk bir
şey hissettim. Arkama dönemedim. Ne nefes var, ne ses var. Bu ne derken bir şey söyledi.
Yunanca konuşuyordu. Ben Yunancayı pek bilmiyorum dedim. O zaman İngilizce “ne işiniz var

burada” dedi. Görevliyiz dedim. Görevimi sordu. Güvenliğim dedim. Aklımın almadığı şey,
onun orada olmasının imkanı yoktu. Biz öyle bir organize olmuşuz ki, imkansız . Bizimkiler
nasıl görmediler onu ve diğerlerini? Üç kişi gelmişler. Şaka gibi. Üç kişilik tim mi olur? Ama
gafil avlandım işte. Güvenlik olduğumu söyleyince kızdı. Burası banka mı dedi. Hala arkam
dönük. İzin vermiyor dönmeme. Bir zaman öyle konuştuk. Bana inan diyorum, sadece
gözlemciyiz, güvenlikten emin olmak istedik diyorum. Neyse, beni bayağı bir terlettikten sonra
“dön” dedi. Döndüm… Karşımda ne var bilemedim. Bunca yıl askerlik yaptım, girmediğim ülke,
karşılaşmadığım kuvvet kalmadı, ne bileyim… gözlerine bakamadım adamın. Tamam dedim,
buraya kadarmış benim ömrüm. Sonra hiç bir şey olmamış gibi arkasını döndü gitti. Adam, ben
seni vuracağım belki. Bana nasıl arkanı dönüyorsun?! Senin özgüvenini sikeyim dedim. Özür
dilerim İdil. Sinirlerim bozuldu adama. Bize ertesi gün Alevkayasına gitmemiz söylendi. Orada
misafir edilecek, sonra adadan ayrılacaktık. Yemekte yanıma biri oturdu. Ben açlıktan kim
olduğuna bakmıyorum, yemeğe gömülmüşüm tabii. İngilizce “yavaş ye, boğulacaksın” dedi. Sesi
duymamla ensemden kuyruk sokumuma kadar soğuk bir şey indi sanki. Sesi tanıdım. Döndüm
baktım, o. Gülüyor. İyice sinirlerim bozuldu. “Sen belânı mı arıyorsun” dedim. “Misafire
dokunmayız biz, büyük laflar edip de beni germe” dedi. Yemekten sonra dışarıya çıktım, bir
sigara yaktım. Yanıma geldi. Duvara yaslandık. “İş iştir, yaparsın biter” dedi. Sigarayı uzattım.
Orada hiç konuşmadan beraber içtik bir sigarayı. Bizim gitme saatimiz geldiğinde yanıma geldi
yine. Bana bıçak uzatıyor. Benim bıçağım! Öyle küçük bir bıçak da değildir bizim bıçaklar.
Sykes Fairbairn vardı üzerimde. Ne zaman aldın kocaman bıçağı! Ben neden fark etmedim?!
“Gösteriş budalası” dedim. “Böyle düşünmene üzüldüm, sadece düşmanlık etmek isteseydim
ederdim, ben düşmanın değilim demek istemiştim” dedi. Hani bir insana çok sinir olursun ama
aynı zamanda hayran olursun… Öyle bir şey işte…

Onlar arabada konuşurken Profesör zili çalmıştı bile. Daha doğrusu çalıp çalmadığından
emin değildi. Zil sesi duymadığından kapıyı çaldı. Birkaç saniye sonra kapı açıldı. Sarışın, uzun
boylu, mavi gözlü, saçı sakalı birbirine karışmış bir adamdı Enver. Bir kaç saniye birbirlerini
süzdükten sonra Profesör kendini toparladı.
-Merhaba Enver. Benim adım Tuğrul. Ben İstanbul’da tarih…
-Biliyorum kim olduğunu.
-Ne? Anlamadım.
-Kim olduğunu biliyorum diyorum. Ne istiyorsun? Ne işin var burada?
-Bir dakika bir dakika. Sen benim kim olduğumu nereden biliyorsun?
-Ne arıyorsun burada dedim?! İçeriye geç, bir gören olacak.
-Arabada diğerleri.
-Diğerleri? Kaç kişi?
-Üç.
-Otobüs kiralasaydın daha çok kişi getirebilirdin.
-Yaa.. Gidip çağırayım mı onları?
-Bekle, kapıyı açayım, arabayı içeriye alsınlar.
Otomobil bahçeden içeriye girerken Enver evin yan tarafını işaret ediyordu. Herkes
araçtan çıktığında aracı branda ile gizleyip üzerine çalı-çırpı yığdı. Profesör buna bir anlam
verememişti ama anlaşılan bu gece duyacağı pek çok şeye bir anlam veremeyecekti. Enver’in

peşine takılıp içeriye girdiklerinde Enver gelenlerden birinin Ian olduğunu fark etti. Ian gülerek
ona bakıyordu ama Enver’in o alaycı, heybetli halinden eser yoktu. Birkaç yılda on yaş birden
ihtiyarlamış gibiydi. Ian onun acısını anlayabiliyordu.
-Merhaba Enver.
-Sen ne arıyorsun burada?
-İyiyim, sen nasılsın?
-Ne arıyorsun burada dedim!
-Seni ziyarete geldim.
-Pis ayaklarınızı Türk topraklarından çekemediniz gitti! Hiç bitmiyor bizi ziyaretiniz!
-Hani siz misafire dokunmazdınız? Sinirlerimi bozma benim. Ne yaptım ben sana? Hayır,
İrlanda ne zaman Türk topraklarına girmiş?
-Ha İngiliz ha İrlandalı, ne fark eder?
-Çok fark eder Enver! Ayrıca biz İrlandalılar zaten bu topraklardan gitmedik mi?
Bu sözün onu kendine getireceğini biliyordu Ian. Enver birden başını kaldırıp önce ona,
sonra diğerlerine baktı. Profesör ve diğerleri de şaşırmıştı. Profesör sormadan edemedi.
-Enver, ne diyor bu?
-Saçmalıyor işte. İdil’i neden getirdiniz?
Bu sefer şaşırma sırası İdil’deydi.

-Aaa, adımı nereden biliyorsun?
-Neden geldin? Senin ne işin var burada?
-Geçiyordum, uğradım! Sana hesap mı vericem!
-Biz kendimizi koruduk sen kaldın!
-Benim kimsenin korumasına ihtiyacım yok! Hele senin gibi bir keçinin korumasına hiç
ihtiyacım yok!
Enver ökfesinden kıpkırmızı oldu. Profesörün kafasında bin tane soru varken onların
birbiriyle didişmesi sinirlerini bozdu.
-Yeter! Yeter yahu! Siz delirdiniz mi! Ben bir araştırma başlatmışım. Buradaki araştırma
ile İngiltere’deki bir profesör isimsiz uyarı mektubu alıyor, beni İrlanda’ya götürüyor, İrlanda’da
eski bir özel kuvvetler askeri bana Enver’i bulmamı söylüyor, Sungur’u kaçırıp, tehdit edip
benden haber taşımasını söylüyorlar, Enver’in yanına gelirken kaza süsüyle öldürülmeye
çalışılıyoruz, buraya geliyoruz ve Enver hepimizi zaten tanıyor! Ben bunları bana açıklayacak
birini bulmuşum, ama o geldiğimizden beri misafirlerime neden geldin, ne işin var burada
sorgusu yapıyor! Ben delirdim de akıl hastanesinde miyim, yoksa siz kâbus musunuz?! Enver,
beni çıldırtma Enver! Evlâdım, bak bu kadar insanın hayatı elimde, konuş, dinleyeyim. Eğer
aklıma yatmazsa geri döneyim…
-Hocam…
-Sus İdil! Ne yapayım? Hepiniz ölün, aileleriniz işkence görsün, ölsün, ben seyredeyim,
öyle mi? Enver, bana kafayı yedirtmeden konuş evlâdım.

Enver Profesörün çaresizliğinin farkındaydı. Belki de planından cayması için, bu kadar
insanın hayatının kurtulması için, susması değil konuşması gerekiyordu.
-İdil, sen bir çay suyu koy. Yoldan geldiniz, üşüdünüz, açsınızdır. Sungur, şurada CD-
çalar var ya, onu getir, müzik aç.
-O niye?
-Dediğimi yap sen.
Ian gülümseyerek ayağa kalktı. Enver’in ne yaptığını anlamıştı. Dinlenme ihtimaline
karşı müzik açıyordu. Sungur bunu yaparken Ian da perdeleri kapattı. Profesör ikisine de
delirmişler gibi bakıyordu. “Hayır hayır” dedi içinden, “kesin birilerimiz delirdi de diğerlerimiz
farkında değil.” Enver oturup “konuya nereden başlayayım, emin değilim” dediği anda İdil
mutfaktan koşarak geldi; “ben gelmeden anlatmasın hocam yaa”.
İdil Sungur’un da yardımıyla masayı hazırladığında Profesör müziğin sesinden aklını
oynatmak üzereydi. Hastanede verdikleri haplardan iki tane attı. Enver söze Isparta’ya yaptığı
ziyaretlerden başladı.
-Murat’la ortaokulda tanıştık. Babası garnizon komutanıydı. Gelendost’a tayini çıkmış.
Ben de köyden Gelendost’a gidiyorum okula tabii. Kısa zamanda can-ciğer olduk. Bazen
okuldan onlara giderdim. Çok iyi adamdı Bektaş Amca. Murat’ın babası yani. Murat da sonra
donanmaya katıldı. Bağımız hiç kopmadı, hep görüşürdük. Bazen Isparta’da buluşur, öğrencilik
yıllarımızı yâd ederdik. Onun ailesi Malatyalıydı. O yüzden bazen takılırdım, oğlum kendi
memleketine git, burası bizim derdim. Oda Yunanca evine dön komşu der beni kızdırırdı. Hatta
bir defasında bu şakasının üzerine vurunca omzunu bayağı bir morartmışım. Sonra… sanırım

2008 yılıydı. Beni aradı. Isparta’ya ne zaman gideceksin diye sordu. Isparta’dayım dedim.
İzindeydim. Yarın yanına geliyorum, gelince konuşuruz dedi. Şaşırdım çünkü hiç bir açıklama
yapmadı. Öyle aniden… Geldiğinde o zaman bana çok saçma gelen şeyler anlattı.
-Ne gibi?
-İlk insanlardan bahsediyordu. Hani bilim insanlarına göre önceleri maymunlar gibi el ve
ayaklarımız üzerinde yürüyorduk ve beynimizin kapasitesi geliştikten sonra şimdiki gibi iki
ayaklarımız üzerinde yürümeye başladık ya, Murat ilk insanların önce iki ayaklarının üzerinde
yürümeye başladıklarını, ondan sonra beyin ölçülerinin değiştiğini söylüyordu.
-Bu neden önemli ki?
-Eğer bilim adamlarının dediği doğruysa önemli değil. Ama Murat’ın iddiası farklı. Gerçi
bahsettiği teori, yani Panspermia teorisi pek çok bilim insanının savunduğu bir teori. Ama onun
iddiasına göre diğer gezegenlerde yaşayan atalarımız var. İnsanlığın atası onlar. Murat’ın verdiği
bir örnek vardı. Düşün dedi birgün, bir tarlan var, oraya çeşit çeşit ektin, biçtin. Sonra tarlanda
yangın çıktı, uzunca bir süre bir şey yetişmeyeceğini bildiğinden nadasa bıraktın. Ama sonra
gördün ki yan taraftaki boş arazide bir şeyler yetişmeye başladı. Rüzgarla, yağmurla oraya
taşınmış tohumlardan yeni bir bahçe oluşuyor. Orayı kendi haline bırakırsan pek verimli olmaz.
O yüzden müdahale etmen lazım. İşte asteroid, meteoroid düşmesi yada süpernova gibi olaylarla
dünyada ilk mikroorganizma oluşuyor. Bu arada diğer gezegenlerde medeniyetlerin çok
ilerlemesi neticesinde bugün yaşadığımız çevre kirliği, iklim anormaliteleri gibi sorunlarla o
gezegenlerin sonu geliyor. Bu gezegenlerin sonunu getiren diğer bir olay da savaşlar. Tabiattaki
her şey gibi orada da iyi-kötüü savaşı var. İyiler kötüleri yeniyor. Kalan az sayıda kötü insan, ya
da her neyse orada yaşayanlar işte, sığındıkları diğer gezegenlerde yaşamaya başlıyor. Dünyada

hayat oluşmaya başladıktan sonra olacakları takip ediyorlar. Nihayet yeni bir medeniyet
başlatmaları için ilk insansı memelilerin beyin ölçüsünü geliştiriyorlar. Yani Murat’ın demesine
göre kendi gezegenlerinden vaz geçmiş değiller, ama burada hayatın olması da “fazla mal göz
çıkarmaz” gibi bir şey onlar için.
Profesör heyecan içinde Enver’in bütün bunları nereye bağlayacağını bekliyordu. Onun
için önemli olan bu teorinin Türkleri ilgilendiren kısmıydı. “Eğer şu konuştuklarımızı duyan olsa
bizi akıl hastanesine kapatırlar” dedi içinden. Ama peşlerindeki adamların onları akıl hastanesine
kapatmak için takipte olmadıklarından emindi. Demek ki deli değildiler. “Ya da tek deli biz
değiliz” diye düşündü.
-Enver, Murat sadece bunları konuşmak için mi gelmiş yanına?
-Hayır. Antalya-Isparta sınırında bir yere götürdü beni. Yol boyu Torosların pek çok sırrı
barındırdığını anlatıp durdu. Bey Dağlarına tırmandık. Gideceğimiz yerleri biliyordu. Eliyle
bulmuş gibi fosiller buldu. Fosillerden biri Trilobit adında bir canlıya aitti. Dünyadaki ilk canlı.
Denizlerde oluşmuş. Sonra beni Konya-Afyon sınırında bir yaylaya götürdü. Kayaları
kaldırdığında altında aynı canlıya çok benzeyen böcekler gördük. Tesadüf dedim. Dünyada
kimbilir ne çok böcek var, olur, benzer dedim. Hâlâ ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum. Sonra
dedi ki, işte o denizlerdeki ilk organizmadan türeyen sürüngenlerden türeyen insanlar, bugün
dünyayı yönetenlerdir. Ama bir de gerçek insan cinsi var ki, onlar kendilerine dayatılmaya
çalışılan dinleri, öğretileri kabul etmiyorlar, onlar atalarının başka bir gezegende var olduklarını
biliyorlar. Onlar buraya iyiler tarafından görevli olarak gönderilmiş. Reptilianların onlara
asıllarını unutturmak için bütün çabasına rağmen direniyorlar. Ama ne yazık ki hep bastırılmış
durumdalar, güçleri yok, onları birleştirecek önderleri yok. Tarih içinde bu birliği sağlayacak

liderler geldiyse de insanlık kısa zamanda o uykuya geri döndü. Tıpkı yapmaya yapmaya
unuttuğun bir beceri gibi, savaşmayınca rehavet çöktü, gerçeği göremez oldular. Reptilianların
yarattığı bu holograma kendilerini o kadar kaptırdılar ki onlardan farkları kalmadı. Murat işte o
tarih içinde görevlendirilen liderlerden biri de Atilla’ydı dedi.
Profesör işte bunu bekliyordu. Heyecandan kalbi duracaktı. Enver de bunun farkındaydı
ama bunca yıl sonra bile hâlâ bütün bunlar ona saçma geliyordu.
-Atilla’nın kılıcı Sword of Mars olarak biliniyor ama bunun sadece bir isim olduğunu
düşünüyorum hocam. Bakın, müzede sakin-sessiz yatıyor.
-Onun gerçekten Atilla’nın kılıcı olduğunu biliyor muyuz?
-Değil mi?
-Bence değil. Peki Enver, arkadaşın bütün bunları kimden duymuş? Yani nasıl birden bire
bu konuya ilgi duymaya başlamış?
-Komutanlarından birisi anlatmış. Bir kaç rütbeli Güney Amerika sahillerinde
okyanuslardaki adalarda, Avrupa’nın doğusunda araştırmalar yapıyorlarmış. Kimseye söyleme
diye kaç kez tembih etti.
-Görevlerini bırakıp oralara mı gitmişler?
-Yok, öyle değil. Başka ülkelerdeki kendileri gibi düşünen bilim insanlarıyla,
eğitimcilerle, araştırmacılarla iletişim kurmuşlar. Güçleri ölçüsünde maddi destek sağlıyorlarmış.
-Sonra?
-Sonra… Ergenekon oldu işte.

-Ne diyorsun! Yani…
-Emin değilim hocam. Ama aklıma gelmiyor değil. Yani bu yüzden mi alındılar içeri diye
düşünmeden edemiyorum. Belki yanlış düşünüyorum… bilmiyorum.
-Peki arkadaşın şimdi nerede?
-2009’da Gölcük’teki bir trafik kazasında o ve 5 rütbeli can verdi. Kazaya sebebiyet
veren kamyon şoförünün adı hiç açıklanmadı. Arkadaşlarıyla aynı araçtalardı. Nereye
gidiyorlardı bilmiyorum. 6’sı da öldü o kazada.
-Nasıl olur?
-Oldu hocam. Feci trafik kazası filan diye verdiler başında ama detay verilmedi.
-Sen ne yaptın sonra?
-Bana bu konuyu ilk açıklayışından sonra iki kez daha buluştuk. İlkinde yine burada
görüştük, sonra ben Gölcük’e gitmiştim. Moğolistan’dan bir profesörle görüştürdü beni.
Hayretler içinde gördüm ki onlar gerçekten göklerden geldiğimize inanıyorlar. O profesör birkaç
yer söyledi…
-Enver, oğlum şu an kalbim durabilir. Senin duraksamanın hiç sırası değil!
-İşte ben o profesörün aracılığı ile Macaristan’dan biri ile görüştüm önce. Beni oraya
çağırdı, birileriyle görüştüreceğini söyledi. Bir süre sonra görüşmelerimiz kesildi. İşimde çok
yoğundum. Bir de ne yalan söyleyeyim, Ergenekon’du, trafik kazasıydı derken biraz korktum.
Hatta bir ara ifade verdim. Sanıyorum göz dağı vermek için çağrılmıştım, pek bir şey sormadılar.
Neyse, öyle kapandı gitti konu. Tabii ben bu arada internetten bir şeyler okuyordum…

Bulabildiğim ölçüde. Sonra Moğolistan’daki profesör bana e-posta göndermiş. Ne yaptın diye
soruyor. O günlerde de yıllık sağlık kontrolümüz var. Kontrolden çıktım… Yaa…
-Söylesene oğlum!
-Gülmeyin.
-Yahu söyle!
-Ben... sesler duymaya başladım.
-Bak şimdi!
-Evet, yani önce aklımı yitiriyorum sandım. Yani konuşma değil duyduklarım, cızırtılar
duyuyorum, uğultular duyuyorum, hani radyoda kanal ararsın ya, öyle sesler. Aklımı oynatıcam.
O ara Bektaş Amca ziyaretime geldi. Öyle şaşırdım ki! Çay içtik, sohbet ettik derken kalktı.
Giderken avcuma bir kağıt sıkıştırdı. Elimi sıkıp uzun uzun yüzüme baktı, gözleri yaşardı
adamın. Çıktı gitti. Hemen kağıdı açtım, “sesler duyuyorsan korkma, deli değilsin, derinin altına
çip yerleştirdiler” yazıyordu.
-Haydaa! Oğlum Amerikan filmlerini geçti bu. Yok daha neler!
Profesörün bu sözüyle Enver kalkıp hepsinin meraklı bakışları arasında diğer odaya gitti.
Elinde bir x-ray filmiyle döndü. Parmağıyla işaret ettiği noktaya baktılar. Minicik bir şey
görünüyordu. Sonra Enver elini açtı; içinde pirinç tanesi kadar bir mikroçip vardı.
-Enver, oğlum bunun aktif olmadığından emin misin?
-Evet. Bulan arkadaşım halletti onu. Kimsenin haberi yok tabii bu durumdan. Filmi bile
gece çekti.

-Çok karıştı kafam yahu.
-Benim de karışmıştı. Bu olay üstüne Macaristan’daki adamı aradım. İki, iki buçuk yıl
kadar önceydi. Biraz konuştuk. Birkaç gün sonra bir tehdit mesajı aldım. Ne kadar uğraştıysam
hangi numaradan atıldığını öğrenemedim. Mesajda kardeşinin hayatı senin için önemliyse
kimlerle görüştüğüne dikkat et yazıyordu. Bilemedim tabii mesajı atan iyiliğine mi kötülüğüne
mi attı. Bektaş Amca mı diye düşündüm. Uyarıyor mu dedim. O yüzden çok dikkate almadım.
Öyle pişmanım ki…
-Ah evlâdım…
-Yeni terhis olmuştu Mustafa’m… Trafik kazası. Diğer sürücünün cesedi bile kalmadı,
parçalandı dediler. Uyduruk bir isim söylediler, çok araştırdım, kim olduğunu, nerede yaşadığını
bulamadım, ölüm kaydına ulaşamadım. Emniyet üstünü örttü olayın. Cenaze filan derken babam
dayanamadı, iki hafta sonra kalp krizi geçirip öldü. Yakında da annemi kaybettim.
-Basın sağ olsun evladım. Enver, peki sen beni ve İdil’i nasıl tanıyorsun?
-Hocam, müsaade edin bir bahçeye çıkayım. Darlandım.
-Tamam oğlum. Sungur, kapat oğlum şu müziği sen de, beynim durdu yahu! Abin gelince
açarsın. İdil, çay var mı?
-Bitti hocam. Yine yapayım mı?
-Yap kızım, baksana sabahı ederiz gibi.
-Hemen hocam. Ama ben gelmeden…
-Tamam İdil! Başlamayız sen gelmeden!

-Bugün de bir şey söylenmiyor size hocam.
-Yahu çatladı basım. Sus. Git işinle ilgilen.
-Yörüğün yüzü güler mi?
-Bak bak, yaptığı acıtasyona bak.
Ian gülerek çıktı odadan. Enver’in dışarıya sigara içmek çıktığından emindi. Yanına
gitmekte tereddüt etse de neden orada olduğunu açıklaması gerektiğini düşündü. Hem, bir
insanın acısını aynı acıyı yaşamış olandan başka kim anlayabilirdi ki?
-Soğukmuş.
-Niye çıktın madem? Gir içeriye.
-Neden bu kadar öfkelisin bana?
-Senin ne işin var burada?
-Tuğrul buldu beni. Kızkardeşimin kocası İngiltere’de tarih profesörü. Onunla
görüşmüşler, o da alıp yanıma getirmiş. Bir yoluculuğa hazırlanıyor. Ed bu yolculukta ona
yardımcı olabileceğimi düşünmüş. Ben de kabul ettim. Ama sen de yanımızda olursan daha
cesaretli oluruz diye düşündüm. Tesadüfe bak ki hepimiz de aynı konulara kafa yormuşuz.
-Bakalım da ben gelecek miyim? Veya gelsem de senin gelmeni kabul edecek miyim?
-Enver... kardeşim Connor Mustafa ile aynı yaştaymış anladığım kadarıyla. Evin en
küçüğü diye çok sevilirdi. Bu sevgi biraz onu şımarttı mı, yoksa başka sebepler vardı da biz mi
göremedik bilmiyorum, kötü bir arkadaş çevresi oluşmaya başladı. Çok uyardım. Ben de, babam

da, kaç kez polis istasyonundan alıp geldik. Birgün çanta hazırlıyor, ne oluyor dedim.
Arkadaşlarla buluşucaz dedi. Bu çanta ne dedim. Çok merak ediyorsan sen de gel, sana ihtiyacım
olabilir dedi. Büyük kavga ettik. Vurdum o gün ona. Öyle pişmanım ki. Odaya kapatıp kapıyı
kilitledim. Bana bir şey olursa sebebi sensin dedi. Çocuk dedim, abartıyor dedim, bir tokatla ne
olacak dedim. Meğer… Nereden bilecektim… Pencereden atlayıp kaçmış. Sabaha karşı polis
aradı. Cesedini bulmuşlar… Enver, aynı şey değil, biliyorum. Ama acını az da olsa
hissedebiliyorum.
-…
-Bana kızman için bir sebep yok. Biz insanlar bir yığın canavarın zehirli pençelerinden
kanımıza kattığı zehirle uyuyoruz. Sen gel ya da gelme, ben gerçeklerin ortaya çıkması için
Tuğrul’un yanında olacağım.
-Birkaç kişi dünyaya karşı. Aman ne harika! Hani çılgınca olur bir şey, delice olur, ama
bu bildiğin halüsinasyon görmek.
-Şu an gördüğümüz, görmeye mecbur bırakıldığımız halüsinasyonlardan iyidir.
Kaybedecek neyimiz var?
-…
-Gel içeriye girelim. Seni bekliyorlar.
Kapının sesini duyan İdil onlardan önce koşup odadaki yerini almıştı bile. Enver
“Sungur, müzik aç, kulaklarımızın pası silinsin” dedi. Profesör karanlık bir odaya kapanıp üç gün
uyumak istiyordu. Ama hikayenin gerisini de merak etmiyor değildi. Enver önce boş bardaklara,
sonra İdil’e baktı. İdil “semaveriniz yokmuş Enver Bey, çaydanlıkla bu kadar oluyor” dedi.

-Yapıyorum desen yeterliydi.
-Senin gibi bir keçiyi kızdırmak varken mi?
-Hocam, siz bununla nasıl çalışıyorsunuz?
-Of çocuklar! Enver, anlat oğlum. Kaza geçirmişim, ağrı kesiciler bir yandan, müzik bir
yandan. Yahu gavur işkencesi yaptınız bana!
-Yalnız, gavur demeyelim hocam, aramızdaki bazı arkadaşlar alınabilir.
-Ian alınma sen buna.
-Ben onun iğneli konuşmalarına alışığım.
-Alışkınmış! Ne duydun daha!
-Bak ben ne diyorum, onlar ne yapıyorlar1 Evlâdım!
-Tamam hocam, siz de kızsam söyleniyorsunuz, gülsem söyleniyorsunuz. Sizi nereden
tanıyorum?.. Sizi bana Macaristan’daki adam söyledi.
-Nasıl? Yoksa sen İstvan’la mı görüştün?
-Evet. O. İstvan.
-Moğol profesörün söylediği adam o muydu?
-Evet.
-Çok ilginç. Ama İstvan bana Moğol bir profesörden bahsetmedi.

-Bilmiyorum. İşte o söyleyince takip ettim sizi. İstanbul’a geldim, bir hafta kaldım. Takip
ettim. Bir de…
-Bir de ne?
-Hocam..
-Yahu söylesene!
-Evinize girdim.
-Ne? Ne cüretle?!
-Evinize takılan böcekler, gizli kameralar, hiç bir şeyden haberiniz yok.
-Ne? Evime kamera mı taktın?
-Hayır hayır! Ben değil. Her gelmemde bir kutu topluyorum evinizden.
-Her gelmemde derken? Çıldırıcam yahu!
-Hocam, siz hem yorgunsunuz, hem ağrılarınız var. İyice asabi oldunuz. Bence yatalım
biz. Sabah kalkar devam ederiz.
-Sabah Mersin’e geçelim diyorum.
-O neden?
-İdil ailesiyle tanıştırmak istiyor. Kaç yıldır söylüyor. Gelmişken gidelim.
-Tamam. Siz gitmeden…
-Enver, sen de gel. Bir değişiklik olur.

-Yok siz gidin. Ben…
-Bak kaç acıyı üst üste yaşamışsın. Gidelim, devam etmek istemezsen geri dönüşte seni
bırakırız.
-… Tamam.
-Tamam. Şimdi ben birini öldürmeden herkes kendine bir köşe bulup yatsın. Gece tek
kelime fısıldaşırsanız kan çıkar!

SERAP PALA

#
Yorumlar (0)
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.